Yaşam

Doğduğu Eve Dalış Yapan Adamın Öyküsü

Yazının başlığı sizi şaşırtmasın! Olay tam olarak böyle gerçekleşti. Bir adam, yıllar sonra doğduğu eve ulaşmak için suyun altına dalış yapmak zorunda kaldı. Nasıl mı?

Birecik Barajı’na ait suların altında kalan Halfeti’nin kendine has ve aynı zamanda bir o kadar buruk hikâyesidir bu yüreğimize çalınan, kadim zamanlardan miras kalan.

Şanlıurfa, dillerin ve dinlerin kesiştiği yüreklerin sessiz nağmelerden buram buram şiir devşirdiği kent. Kimi zaman tozlu bir yalnızlığı örter üzerine, kimi zamansa yoksul bir gramofonun son tınısını çağırır gece oluverince.

Halfeti, bu kadim kentin belki de en mahzun köşesidir. Gizemi sadece sinema filmlerinde ya da kitaplarda arayanlara inat ben buradayım der de sonra susuverir. Zaten gizem de tam olarak bu değil midir?

Kentin kaldırımsız sokaklarında güle oynaya misket oynayan çocukların yüzlerine vuran gün ışığıyla aydınlanan sabahlar, suların gölgesinin altında kaldılar. O çocuklar gitti önce, sonra kendilerine miras kalan hatıraları…

Çoğunun evi, yıkıma uğrardı yerlerine kurulacak betonların altında oysa Halfeti’nin kaderinde suların altına gömülmek vardı.

Evler, sokaklar, okullar ve minareler… Onlara hiçbir zaman yüzmeyi öğretmediler. Çünkü tarih boyunca insan dışında hiç kimse, denizler altında bir suskunluğa terk edilmedi. Oysaki onlar da Deniz’in güne hasret kalan sonsuz soluğu gibi pencere pervazlarını döven sulara hapsedildiler. Bu hapiste bir gün bile görüş günü yapılmadı yıllardır ve sonra…

Yazar Nihat, geçmişin tozlu değil bolca sulu bir yolculuğuna hazır olduğunu hissetti. Yıllar önce sularla örtülen doğduğu evine, okuluna ilk kez koşup da dizini yaraladığı topraklara dalmaya karar verdi. Bu kez kalemini ve kağıdını ıslanmasın diye kıyıya bıraktı ve dalgıç elbiselerini kuşandı.

Suya daldığı ilk anda ışıdı gök, yere doğru. Attığı her kulaç da maziden bir anı çalındı gözlerine. “ABECE!” diyerek inlettiği okulunun kesif duvarlarını gördü. Sonra bayram sabahlarında avlusunda koştuğu caminin yıkık kubbesiyle karşılaştı.

Belki de dizinden damlayan kanların kuruduğu topraktı şimdi ayaklarının altında kayan. Adımladı. Temasını kuvvetlendirdikçe koşmaya başladı. Çünkü, artık doğduğu evin bahçe kapısına ulaşmış; sürgüleri açmıştı. Evin kapısı yoktu. Kim bilir hangi suyun girdabına kapılmıştı.

Pencerelerin soyulmuş yeşil pervazlarına ulaştığında kuzeniyle yonttuğu tahta parçalarını gördü. Tarih düşmüşlerdi oraya. Sonra küçük bir kalp çizmişlerdi içine adlarının baş harflerini kazıdıkları. Dokundu. Sular geriye çekildiler bir bir. O, evine dokundukça tüm sular yüzyıllar önceki bir anlaşmaya sadık kalan parlamenter edasıyla kendi içlerine gömüldüler.

Nihat, tüm gerçekliğiyle karşısında duran çocukluğunu izliyordu aslında. Yıllar sonra köyüne dönen bir adamın,  gevrek bir türküsüydü sanki ağzına dolanan. Dişlerinin arasından çıkarmaya çalıştığı bir horoz şekerinin dünden kalan son ısırığıydı sanki. Eline düştü pembemsi şekerin kırık parçası. Onu sulara saldığında şekerlendi yerin altı. Pembemsi bir bulut gibi dolanıverdi etrafında. Yoğun ve alabildiğine pembe.

O, tüm bu renk oyununu izlerken semanın suya vurduğu ışıklar birer birer kendine ait renklere büründüler. Her bir ışık kendi nesnesini seçiverdi. Ev, yemyeşil; bahçe sapsarı, toprak masmavi oluverdi.

Suyun altında bulduğu hafıza saraylarında yaşama isteğiyle donandı. Hem oraya aitti hem de değil. Yurdundan uzakta bir göçebe, bir mülteciydi şimdi. Gördüğü, dokunduğu her şey aslında belleğinde saklı duran ve onu yıllardır oyalayan şeylerdi ancak birazdan suların altından yeryüzüne çıktığında geçmiş yok olup gidecekti.

Hissetti. Sonsuz bir huzurla doldu içi. Kırık bir testi, yalnız bir kedi, duvarda asılı solmuş ve narin bir üzerlik bitkisi. At nalları ve masmavi nazarlık… Yaşlı bir amcanın ona yıllar önce söylediği bir cümle patladı yüreğinde. “Maziyi unutma. Hepsini ve her şeyi yaz burada ne varsa.” O gün anlam veremediği bu cümleler, şimdi kutsal bir metin gibi dimağından kalbine akıp geldi.

Sudan çıktığında içinde yuvasına hasret bir balığın hicrete gark edilmiş mecburiyet duygusu vardı. Kıyıya ulaşır ulaşmaz onu bekleyen kağıda ve kaleme sarıldı.

Cümlelerin ardı arkası kesilmiyordu. Hızlandı. Kelimeler, yazarın alnından dökülen sularla yarışmaktan bitap düşüyor, yer yer ıslanan kağıdın uçları esen rüzgârla dalgalanıp duruluyordu.

Tüm kelimeler bir metne tamam olunca kendini toprağa bıraktı. Gözlerine vuran gün ışığını perdelemedi bile. Sadece ama sadece göğün maviliklerine bakıp seçebildiği bulutlardan birer horoz şekeri figürü devşirdi, dilinde dolanıp duran.

İlgili Haberler

Hakkımızda

Seni Sen Yapan Değerlere Dönüş Hareketi