Bana vahşet nedir diye sorsanız, yaşadığımız dünyada tüm savunmasız canlı - cansız varlıkları yok etmektir derim. Geçtiğimiz son bir kaç yıldır insanoğlu yüzyılın en büyük katliamını doğaya yapıyor, hayvana katliamı yetmedi, çocuk istismarları yetmedi, kadına cinayetleri yetmedi, "Dur bir de doğayı katledeyim" dedi insanoğlu... Son yıllardaki orman yangınlarında gördüm ki, canımızın yandığını hissetmeyecek kadar şuursuzlaşmışız. Biz ne ara bu hale geldik? Biz insanlar, sanayi devrimi ile güç kazanan hırs ve açgözlü anlayışımızla telafi edilmesi güç hatta bazı yönlerden telafi edemeyeceğimiz hatalara yol açtık. Sahnemizi karanlığa boğacak kara perdeyi bile isteye çekmeye devam ederken özellikle son yıllarda şahit olduğumuz doğa ve kültür katliamları, tarihte bereketli topraklar olarak adlandırılan bu coğrafyayı da ateşe atmaya devam ediyor. Hem dünyada hem Türkiye’de doğa katliamları ise dur durak bilmiyor… Ülkemizde yapılan çevre katliamlarını buraya yazsam sanırım sayfalar dolusu konu çıkar, fakat yaptığımız tüm katliamlar küresel ısınmayı da beraberinde getiriyor.
Küresel ısınma… Öte yandan ülkemiz özelinde düşündüğümüzde kuruyan göller, artan kuraklık, ani sel baskınlarını unutmayalım. Bunların hiçbiri canımızı yaktığı halde vahameti anlayamadık. Sinsi ama bir o kadar da ilginç bir şekilde çığlık atarak meydana gelmesine rağmen... Eğer insanlar olarak bu konuda katletmeye devam edersek, bana kalırsa insanlığın dünya üzerindeki egemenliğini sona erdirecektir. Nasıl ki dinazorlar manyetik eksenin kayması ve yer çekiminin değişmesi sonucu ortadan kayboldu, insanlarda bu sıcaklık değişimine ayak uyduramayıp yavaş yavaş yok olacaklar. Hatta büyük ihtimalle memeliler çağının sonu olacak. Yeni çağ için kim üstün tür olur derseniz; suların yükseleceğine de hala inanıyorsanı eğer, yeni çağ balıkların ve deniz canlılarının olabilir, ama suların yükseleceğine inanmıyorsanız, bekleyin belki görürsünüz. Küresel ısınma konusunda bilinçlendirme, ne kadar çok kitleye ulaşabilirsem yazmaya, anlatmaya devam edeceğim, taa ki ulaşabildiğim tüm insanlara kadar, durum maalesef tahmin ettiğinizden daha vahim, kuraklık aldı başını gidiyor, mevsimler zamanını yaşamıyor, nereye kadar dayanabileceğimiz konusunda maalesef birçok insan hala sorumsuz bir şekilde davranmaya devam ediyor.
Gerek kişisel yaşamımızda dikkate almadığımız önlemler gerekse de uluslararası ticari yapılanmalar ve hükümetlerin kısa vadeli ekonomik çıkarların peşinde koşması felaketin boyutunu geri dönülmez noktaya doğru sürüklüyor. Gezegen nefes alamıyor ve bizler küresel bir intihar girişiminin içinde debelenmeyi sürdürüyoruz. Peki ama neden? Kendi sonumuzu getirme noktasındaki bu isteğimiz ve istikrarımız neye dayanıyor?
Gündelik yaşantımızda sıklıkla dilimize pelesenk olmuş, kulağımıza küpe olan atasözleri ve deyimlerin hikayelerini size anlatıyorum, hani anlatıyorum da bazılarını söylememize rağmen günümüze kadar gelip sebebini yaratan hikayelerinden nasibimizi almadığımızı bana gösteriyor. Çünkü Türkiye’de yaşıyorsak sular altında kalacak olan Amsterdam bizi korkutmuyor. Buzulların erimesi neticesinde deniz seviyesinin dünyadaki ortalamasında 65 metrelik bir yükseliğe ulaşması tedirginlik yaratmıyor. Tabii geçtiğimiz senelerde Avustralya’da yaşanan ve milyonlarca canlının yok olmasına neden yaratan o malum yangın da bizi ilgilendirmiyor. Haritayı daraltıp ülkemiz özelinde bakalım; Marmara’da yaşıyorsak Ege’deki erozyonlar haberlerde geçen birkaç kelimelik içerik olmaktan öteye geçmiyor. Kadıköy’de oturuyorsak Silivri’yi vuran sel baskınından bize ne?
Çünkü ortaya çıkan maddi zararı doğrudan ödemiyoruz ve nerede olursa olsun hayatını kaybedenler ailemizden olmuyor. Türkiye'nin en derin, dünyanın en temiz5. gölü salda gölünden kum çalınıyorsa bize ne? Denizlerde müsilaj oluyorsa bize ne? Nasıl da denizde yaşayan canlılar ve ailemizden birileri değil... "Amaaan bize dokunmayan yılan bin yaşasın" değil mi? Eğer ailemizden birini kaybettiysek ve hala tabloyu karamsar çizgilerle karalıyorsak o da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir duyarsızlık evresini tanımlıyor… Bilinçsizliğin tipik örneği olan kayıtsızlık, sadece toplumumuza özgü değil elbette. Küresel bir duyarsızlık içindeyiz. Konunun uzmanları, bu teşhis ekseninde küçücük bir iyimserlik içinde hala yapılabileceklerin olduğu umudunu aşılamaya çalışarak reçeteyi sunuyorlar. “Önce kendi kapımızın önünü temizlemeliyiz” atasözünü içselleştirmek önemli…
Küresel ısınma ile mücadele etmekten çekinen hükümetler var!
Küresel ısınma, kıyamete 2.5 dakika kala kırmızı alarm verilmesi gerektiğinin mesajlarını oluşturuyor. Ancak küresel düzeydeki eleştirilerden biri de siyasal erkin iş dünyası ile etik sınırlar dışında kurduğu organik bağ. Bu bağ, ahlak kavramının içerik yönünden değişikliğe uğradığının da kanıtı oluyor. Birçok ülkenin hükümetleri ya da siyasal sistemin yürütücüleri, göstermelik bazı etkinlikleri ve Kyoto Sözleşmesi gibi uygulanması yönünde güçlü soru işaretleri yaratan düzenlemeleri küresel kamuoyunun yumuşaması için kullanabiliyor. Çünkü sistem yürütücüleri için iş dünyasının kısa vadedeki astronomik sayısal kazanımlarını korumak doğanın özgürlüğünden ve ulusların geleceğinden çok daha önemli. Doğayı katleden girişimler siyasal çıkarlara uygun görülüyor. Hakim olan bu zihniyet değişirse doğaya fayda sağlayacak kanalların yaratılması imkansız değil.
Peki, şimdi küresel ısınma önlem alınamayacak noktada mı?
İyi bir haber mi bilemiyorum ama henüz daha o son viraja girilmedi... Fakat bilim dünyasının da vurguladığı gibi bu şekilde devam ederse Kassandra kehanetleri misali trajikomik replikler kurduğumuz bugünleri arayacağımız günler çok uzakta değil. Önlem, önce bireysel kategoride gerçekleştirilmeli. Bunun için sıradan vatandaşın uygulayabileceği yöntemlerin başında; kullanılmayan elektrikli aletlerin fişinin prizlerden çekilmesi, mümkün olan en az plastik kullanımı, geri dönüşümün ciddiyetinin anlaşılması, ağaç dikilmesi, yukarıda sayılan “psikolojik uzaklık” kavramının yerine mevcut durumun içselleştirilmesi, yiyecek atıklarının kontrol altına alınması ve toplu ulaşım araçlarının daha fazla kullanılması ile bisiklet kullanımının yaygınlaşması geliyor.
Tüm bunlar bireysel düzeyde hepimizin kolaylıkla uygulayabileceği yöntemler değil mi? Küçücük birer adım niteliğinde gözüken bu önlemler, üstümüze düşeni yapmamızı sağlayacağı gibi şahit olduğumuz birçok doğa karşıtı girişimin çevre dostu kitlesel eylem ve farkındalık çalışmalarıyla bir süreliğine de olsa rafa kaldırılmasını sağlayacaktır. Bakınız; termik santrallerin bacalarına filtre takılması konusu…
Doğayı yaratmadığımız gibi onu yok etme lüksüne de sahip değiliz. Ama o bizi yok edebileceğinin sinyallerini defalarca vermeye devam ediyor, mesela son yıllardaki iklim değişiklikleri, havaların birden ısınması, sahiden bu sene kış sert geçti mi? Haziran ayında olmamıza rağmen hava beklenildiğiniz 9 derece üstünde... Radikal önlemler almazsak eğer doğanın sonunu kendi ellerimizle getireceğiz, bununla beraber insan türününde sonu gelmiş olucak. Doğayı hunharca kullanmanın bedelini er yada geç ödemiş olucaz, önümüzde ki yüzyılda petrolden bile daha değerli iki şey olucak. Bu konuda yapılacak en iyi şey, son şansımızı iyi kullanmak da umudumuzu yeşertecektir.
"Bir Kavak ve İnsanlar" Hikayesi
Haldun Taner‘in “Küçük Harfli Mutluluklar” kitabında yer alır “Bir Kavak ve İnsanlar” hikayesi. Hikayeye göre sahilde kulübesinin yanında kavak ağacı olan bir ihtiyarın vasiyeti o kavağın dibine gömülmektir. Vasiyet, köylülerce yerine getirilir ve o ihtiyar emeline ulaşır; kavağın dibine gömülür. Aradan bir zaman geçtikten sonra kavak yeşillenir. Fakat garip bir yeşillenmedir bu. Taner, “sanki bir nevi hüviyet belirmekte idi.” der. Ağaca bakan umutlanı, gülümseyişler artar… Gün gelir, birkaç adam ağacın olduğu arazide ölçümleme yapmaya başlar. Kurulacak fabrikanın ayak sesleridir bu ölçümler. Ağaç, duruma içerler. İçerler ama ne fayda? Ağaç, fabrika sahibinin kendisini parçalamaya and içen testerenin sesine eşlik eden sözlerini duyar; “Ne günahı? Bize ağaç değil, yer lazım! Hem bu ağaçtan iyi telefon direği olur…” Dalları kesilen ağaç, artık bir telefon direğidir. Kuşlar fabrika inşaatından uzaklaşır, deniz dalgalanmaya küser, çiçekler de açmamaya yemin ederler adeta. Zaman akar, mevsimler yer değiştirir. Yeniden bahar geldiğinde beklenmedik bir gelişme yaşanır; o telefon direği yeniden yeşillenmiş, meydan okurcasına çiçeklenmiştir. Fabrika sahibi bunu görünce kininde boğulurcasına haykırır: “Bana inat yapıyor… Kesin!” Ağaç, ufak parçalara ayrılır büyük bir gayretle. Fabrika sahibi bununla yetinmez ve yaktırdığı ağaç parçalarının küllerini denize savurur. Taner; “Gerçi ihtiyar kavak şimdi de dalgalara karışıp sahile vurabilir, buhar olup yağmur tanesi şeklinde yine sevdiği kırlara yağabilirdi. Fakat fabrikatörün aklı o kadar incesine pek ermiyordu…” diye devam eder hikayesine. Haldun Taner, insanla doğanın ayrılmaz bütünlüğünü vurguladığı bu güzel hikayede yine insanın bindiği dalı kesmesini yıllar öncesinden anlatmış. Sanki anlamaya direnen bizler için... Kaynak: 1 2 3 4 5 6