Tolstoy, her güzel öykü iki şekilde başlar demektedir. Ya bir kahraman yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir. Tüm yolculuklar ise oldukça kadim ve ritüelistiktir. Yaşamın kendi içindeki kopmaz döngüsü aslında her kahramanın içinde benzer ögelerin var olduğunu fısıldar bizlere.
V. Propp yapmış olduğu masal araştırmalarında neredeyse tüm kahramanların aslında benzer yollarla maceraya atıldıklarını tespit etmiştir. Star Wars, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter ve hatta Kurtlar Vadisi’nde bile aynı formülün uygulandığını görebiliriz. Kahramanın maceraya çağrılışı, bu daveti kabul etmesi, yardımcı bir figürün çıkıp ona el uzatması ve nihayet erginleme aşamasını görürüz.
Kendini bulan kahramanlar, macera yolunda büyük çabalar gösterir, düşmanlarını alt eder. Bazen sihirli bir araç, bir yüzük, tılsımlı bir kılıç ya da herhangi bir nesne onun yardımcısı olabilir. Kimi zaman da bir ervahı olur ki bu bir bakıma avatarı ya da kendini koruyan bir ongunudur. Bu sayede düşmanları ve zorlukları aşar. Önünde engel kalmadığında ise artık vatanına, köyüne kendi öz topraklarına dönüş zamanı gelmiştir.
Star Wars sevenleriniz hemen anımsayacaklardır: Luke Skywalker, ilk çağrıyı aldığında Lena’nın varlığını bile sorgulamaz ancak sonrasında kendini büyüten ailesine yapılan saldırı bardağı taşırır ve Luke artık potansiyel bir savaşçı hâline gelmiştir. Bu biraz da evi basılıp köyüne saldırı düzenlenip de intikam duygusuyla kendini geliştiren masum köylünün gaddar bir katile dönüşme öyküsüne benzetilebilir gibi geliyor bana. Nitekim hepsinde bir öç alma hikayesi yatıyor senaryoların altında. Sonuçta Polat Alemdar da benzer duygularla çıkmıyor muydu yola?
Peki, yola düşen kahramanın konuyu kavraması, düşmanı tanıması için ne gerekiyor? Tabii ki bir yardımcı yani sağlam bir kılavuz. Ona fikir verecek, yol gösterecek ve tabii düşmanlarını da ayrıntılarıyla tanıtacak. Luke’a sevimli robot R2-D2 yol gösterirken, Harry’nin yardımcısı da Hagrid oluyor. Külkedisi’ne bir peri kızı, Uruz’a ya da Boğaç’a da Dede Korkut… Birçok masalımızda da başı sıkışanlara gelip bir bardak su isteyip ortadan kayboluveren Hızır gibi kahramanların birer yol göstericisi bulunuyor.
Mücadelenin sonunda memleketine kral, padişah, güçlü biri olarak dönen kahraman artık intikamını almış ve kendisini tamamlamıştır. Kısacası hamken, pişmiş ve nihayet yanmıştır. Kısacası olmuştur. Bu olgunluğa erişebilen kahraman sayısı masallarda, sinema filmlerinde ve efsanelerde hayli fazlayken günlük hayatımızda pek de fazla değil. İnsanlar, mücadele etmekten korkuyor ya da kendi çizgilerinin dışına pek de çıkmak istemiyorlar.
Roald Dahl’ın Büyük Sevimli Dev kitabından uyarlanan sinema filmini izlerken Propp’un kurallarını da bir yandan tespit etmeye çalıştım. Neredeyse hepsi birebir uyuyordu. Bu yöntemdeki sıralama bile şaşmıyordu. Maceraya davet alan güçsüz ve çoğu kez ezik kahraman çocuk tipinin birdenbire masalsı bir ağaç sayesinde neleri yapabileceğine şahit olurken aslında insanlığın ortak yazgısını da görür gibi oldum.
Sonuçta günlük yaşamlarımızda da böylesi anlar var. Bir düşünün. Kendi hayatınızdan yola çıkalım: bir iş başvurusu, evlilik teklifi süreci, evladına kavuşmayı beklemenin sonsuz tutkusu ya da katıldığın herhangi bir yarışma gibi örneklerini uzatabileceğimiz birçok şey. Hatta Sait Faik’in her gün evinden doğa ile kavga edecekmiş gibi çıkan kahramanının dilindeki sonsuz türkü. Misal uçsuz bucaksız bir deryanın üzerindeki yelkenli, uzun yola direksiyon sallayan bir tır şoförü ya da her gün işine giden bir işçi yahut memur. Ağzındaki o bal gibi türküyle şairin dediği gibi bir inip bir çıktığı o kutlu yokuş… İşte o yokuşu tırmanan her birey aslında kendi öyküsünün kahramanıdır da farkına varmıyordur tüm bu kurgunun. İşte kendi dünyasında kahramanın sonsuz yolculuğunu yaşarken etrafından gözünü alıp da kendine bakabilen insanın kahraman olmaması için hiçbir neden yok!
Joseph Campbell, ayrıca insanların kahramanlık yazgılarına atıfta bulunurken de şunları söylemektedir: “Nerede bir kahraman doğmuş, bir iş yapmış ya da hiçliğe geçmişse, o yer belirlenir ve kutsanır. Orada mükemmel merkezilik mucizesini belirtmek ve yaymak için bir tapınak dikilir. Çünkü burası bolluğa geçişin kapısıdır. Bu noktada birisi sonsuzluğu keşfetmiştir. Bu saha bu yüzden verimli bir meditasyona yardımcı olabilir.”
Ancak ruha ve bedene ne kadar iyi gelirse gelsin tüm yolculukların mutlak bir sonu vardır. İnsanlığın ortak kaderinde yer alan ve her canlının mutlaka bir gün tadacağı ölüm gerçeği su götürmek bir gerçeklik olarak karşımızda yer almaktadır. İşte tam da bu noktada kahramanın aslında ölümden korkan değil de ölümü içselleştirip de ona yürüyen kişi olduğunu vurgulamak gerekir. Nitekim Campbell da Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabında bu durumu şu sözlerle özetlemektedir: “Kahramanın biyografisindeki son eylem, ölüm ya da ayrılıktır. Burada yaşamın tüm anlamı kusursuzca özetlenir. Söylemeye gerek yok ki kahraman eğer ölüm onu korkutmasa kahraman olmazdı; ilk koşul mezarla barıştır.”
Mezarla ve ölümle barışık olan insanların yüzlerindeki tebessüm de diğerlerininkinden farklı olacaktır. Çünkü sonsuzluğun aslında nasıl bir döngüyü içinde barındırdığını bize en doğal şekliyle özetleyen yerler mezarlıklar değil midir? Bu büyük mücadelede doğumu tatmış herkesin aynı zamanda ölümü de bir gün bir şekilde tadacak olması tüm insanların kendi dünyasının kahramanı olduğu sonucunu doğurmaktadır.
Sonuçta her kahraman yedi başlı ejderhayı kılıcıyla öldürecek diye bir kural yok ki… Bazen de bir haksızlığa dur demekte ya da kazandığın parayla evdeki çocuğuna aldığın bir kitapta saklıdır kahraman olmanın anahtarı. O anahtarı alıp da kırk kapıdan özenle geçirenlerdir dünyanın gerçek kahramanları…