Hafifçe gıcırdayan kapıyı açıp evin içine girdiğinde yüzüne vuran nem ve küf kokusu ona geçmişin yoğun yaşanmışlıklarını fısıldamaya başlamıştı. Artık eski günlerin kendine bıraktığı mirasları sadece gözleriyle değil burnuyla da duyumsayabiliyor, etrafa saçılmış siyah beyaz fotoğrafların arasında mütemadiyen ilerliyordu.
Eğildi, sol dizi yerin ahşap zeminine çarpınca duyduğu acıyı yüzünün çukurlarına hapsetti. Gözüne çarpan ilk fotoğrafı eline alınıp inceledi.
Dedesinin gençlik yıllarında çektirdiği bir vesikalıktı bu. Renksiz olduğu için gözlerinin elası pek seçilemiyordu ancak parlak bir bakışı olduğu yine de belliydi.
Salonun köşesindeki açık mavi sehpanın üzerindeki eski radyo, yüzyıllardır açanı olmamış gibi hüzünlü bir şekilde bakıyordu ona. Doğruldu, radyoya ilerledi ve prize taktığı fişin işe yarayıp yaramayacağından emin olmak istedi. Çok da ümitli değildi ancak radyo, çalışmaya başladı.
Dedesinin en çok dinlediği kanaldı TRT ve saat başında takip ettiği ajanslar… Şimdi yine saat başıydı ve radyodaki genç kadın sesi saatin on beş olduğunu söyleyip ülkeden haberleri okumaya başladı. O an sanki dedesi, duvarın dibindeki ahşap sandalyeye kurulmuş da dikkatlice dinlemeye başlamıştı.
Bu odada olmak ona dedesini, geçmişini ve yaşanmış nice olayı anımsatıyordu. Sol yanındaki mutfağa döndü ve içeri girdi. Odada sadece o günlere ait telli bir dolap kalmıştı. Buzdolabının olmadığı yıllarda eşyaları, erzakları sakladıkları bu yeşil tellerle örülü dolap ona geçmişin tozları altına sığınmış nice olayı hatırlattı.
Bayramlarda gizlice girdiği mutfakta babaannesine belli etmeden alıp yediği çikolatalar, masanın üzerinden aşırdığı çörekler ve sarmalar…
Şimdiyse binlerce bayramın yokluğunun hüznü sarmıştı genç adamı. Mutfaktan çıkıp yan odaya girdiğindeyse hüznü ikiye katlanmıştı….
Uzun zamandır kimsenin uğramadığı bu odada duvardaki kitaplık dikkatini çekti. Tozlanmış kitapların arasında kendini kaybedecek gibiydi. Düşündü, dolandı durdu.
Kitaplardan birini aldı ve içini açtığından yere bir kart düştü. Kartın üzerinde eski dilde bir yazı vardı. Dikkatini çekti. İnceledi. Kartın üzerinde dedesine ait bir yazı vardı. Altındaki imzadan bunu anlaması uzun sürmedi. Kartta, kitaplarla ilgili bir şey yazdığını anladı ancak yazıyı tam olarak çeviremedi.
Kitabın üzerine baktığında bunun eski günlere dair yazılmış bir kitap olduğunu gördü. Gelenekleri, adetleri anlatıyordu.
Kitabı inceleyip birkaç sayfa okuduktan sonra yerine koydu. Odanın yoğun küf kokusu kendini iyice etkilemişti. Bu nedenle dışarı çıktı. Bahçeye indiğinde küçük bir kedinin kendine doğru geldiğini fark etti. Uzun zamandır görmediği bir kediydi bu. Adını Yumak koyduğu çocukluk arkadaşına ne kadar da çok benziyordu böyle. Tuhaf dedi içinden. Nasıl olabiliyordu ki bu böyle?
Yumak ile biraz ilgilendikten sonra portakal ve mandalina ağaçlarıyla kaplı bahçede ilerledi. Adımladığı toprak ona geçmişin yoğun yükünü hatırlatıyordu. Dedesiyle yürüdüğü bu yolda şimdi yalnızdı. Bayramlar, baharlar ve tüm mevsimler geride kalmış şimdi tek başına adımladığı bu yol, mazinin tozlu geçmişini yüreğine bir acı tebessümle asmıştı.
Bahçenin sonuna gelip de ardına baktığında dedesinin evine son bir kez daha baktı. Hayat, anlık sevgilerin ve hüzünlerin bir karışımıydı adeta.
Ve o şimdi giderken yanında sadece bir çanta yoktu. Düşlerinin mazideki yansıması da kendine eşlik ediyordu. Bir gün bu bahçeyi ve bu kadim evi devasa konutlara ve beton yığınına teslim edeceğini çok iyi biliyordu. Çünkü mazi, bu topraklarda en çok harcanan şeydi ve insan geçmişini yok sayma konusunda en hünerli canlılardan biriydi.