Her gün yeni zorluklarla yüzleşmek zorunda olduğumuz, değişen bir dünyada yaşıyoruz. Rutinler bizi her günün aynı olduğuna inandırsa da, aslında her gün farklıdır. Gerçekten de gerçeklik mutasyona uğruyor, biz de öyle. Öyleyse, neden gerçekte var olandan daha az değişim duygusuna sahibiz? İçimizdeki kalıcılık hissini büyük ölçüde tetikleyen bu değişmezlik ve kalıcılık algısıdır. Ama bu öz tam olarak nedir? Onunla mı doğuyoruz yoksa inşa mı ediyoruz? Bununla doğarsak, olduğumuz gibi olmaya kararlı mıyız? Alternatif olarak, eğer bu bir inşaatsa, onu nasıl inşa edeceğiz?
Özümüz
Bir bireyin özü, onları onlar yapan nitelikler, özellikler veya özellikler kümesi olarak anlaşılır. Bir kişinin özü az ya da çok değişmez, çünkü değişirse, artık tanındıkları gibi olmazlar. Bu kavramı, bizi biz yapan ve diğer insanlardan farklı kılan bir dizi inanç, davranış kalıbı ve duygu biçimi olarak anlaşılan kimlik kavramına benzetebiliriz. Bu kimlik bize kalıcılık ve tekillik hissi veren bir kurguya dönüşüyor. Ancak, bu kalıcılık duygusunu ayakta tutan nedir? Fiziksel yapımız mı yoksa psikolojik özelliklerimiz mi? Bakalım. Özün bireyde sabit olduğu varsayımından yola çıktık. Ama morfolojimiz değişmez mi? Ampirik deneyim, öyle olmadığını iddia ediyor. Zamanla vücudumuz değişir ve yaşlanır. Dolayısıyla bu kalıcılık duygusu bizim biyolojimizden gelmiyor. Peki bu kalıcılık duygusunun temelinde psikolojik özelliklerimiz mi var? Hayır, çünkü düşüncelerimiz, duygularımız ve dünyayı deneyimleme biçimlerimiz bir andan diğerine değişir.
Sürekli Değişiyoruz
5 yaşındakiyle 20 yaşındaki hiçbir düzeyde aynı değiliz. Bilişsel ve duygusal gelişim, yaşamın bir aşamasından diğerine dalgalanır. Sonuç olarak, psikolojik olarak aynı değiliz. Her zaman küçük de olsa farklılıklar vardır. Bu nedenle, kalıcılık algımız, psikolojik özelliklerimizin doğrudan deneyimlenmesinden gelmez. Peki her şey değişirse kalıcılık duygumuz nereden geliyor? Değişmediğimiz inancından ve bizi bu anlayışı doğrulayan bilgileri aramaya iten onaylama yanlılığından gelir. Bu, özünde öyle olduğu için değil, değişmeye direndiğimiz için değişmeden kalmış gibi görünen bir inanç. Değişimin kendisine de direniriz.
Her şey değişip de kişi değişmiyorsa, bunun nedeni genellikle buna direnmesidir. Bu şaşırtıcı olmamalı. Aslında hepimiz yapıyoruz. Çünkü kimlikle bağdaştırdığımız değişmezlik fikri bize biri olmanın güvencesini veriyor. Sonuçta, sürekli değişiyorsak, şu anda kim olduğumuzu nasıl bilebiliriz? Bilmemenin ıstırabından kaçınmak ve gerçekten bir şey olduğumuz bilgisiyle kendimizi güvende hissetmek daha iyidir.
Doğulur mu Yapılır mı?
Hayatımızın geri kalanında kim olduğumuzu belirleyen bir öz tarafından önceden tanımlanmış bir dünyaya mı geliyoruz yoksa bu özü biz mi inşa ediyoruz? Varoluşsal ve psikolojik bir konumdan, tüm özün varoluştan inşa edildiğini söyleyebiliriz. Jean-Paul Sartre'ın sözleriyle, varoluş özden önce gelir. Bu dünyaya önceden yapılandırılmış olarak gelmiyoruz, kendimizi ona göre yapılandırıyoruz. Yani, önce varız, yani yerleşik bir toplumsal yapı içinde dünyaya geliyoruz, ortaya çıkıyoruz, sahneye çıkıyoruz ve sonra kendimizi “Ben doktorum”, “Ben bir aile babasıyım” olarak tanımlıyoruz.”, “Büyüleyici bir insanım”. Olduğumuz kişi olarak doğmayız. Dünya ve diğerleriyle ilişki kurarak yaratıldık. Artık özün inşa edildiğini anladık, bu nasıl oluyor? Açıklamak için, bir bireyin özünün inşasının çeşitli faktörlerin karşılıklı bağımlılığından veya karşılıklı ilişkilerinden yapıldığını anlayacağımız biyopsikososyal bir açıklamaya odaklanacağız. Bunlar biyolojik, psikolojik ve sosyaldir.
Biyolojimiz kim olduğumuzun önemli bir parçasıdır. Genler kişiliğimizde önemli bir rol oynar. Bu nedenle, özümüzün bir kısmı ebeveynlerimizin genetik mirasına bağlıdır. Ancak, bu etki belirleyici olarak değil, olasılıksal olarak anlaşılmalıdır. Ortama bağlı olarak etkinleştirilebilen veya etkinleştirilemeyen bir yatkınlığımız var. Psikolojik faktör, özümüzün inşasında başka bir önemli rol oynar. Dünyada ne düşündüğümüz, neye inandığımız ve nasıl hissettiğimiz bilişsel, davranışsal ve duygusal bir ilişki kurma ve var olma modelini yapılandırır.
Bilişsel düzeyde, başımıza gelenler ve kendimiz hakkında inşa ettiğimiz anlatılar, özümüzün sağlamlaşmasına yol açar. Bu anlatılar aracılığıyla, kim olduğumuzu pekiştiren tutarlı bir hikaye sürdürüyoruz. Bu iki faktör, belirli bir bağlamda, yalnızca sosyoekonomik veya politik değişkenlerin değil, aynı zamanda aile değişkenlerinin de devreye girdiği bir sosyal yapı içinde ortaya çıkar. Ebeveynlerimizin veya akrabalarımızın bize verdiği terbiye, kim olduğumuz ve genetik yatkınlıklarımızın aktivasyonunda kilit bir unsurdur. Çevre bizim için bir varoluş ideali kurar, onu pekiştirir, şekillendirir ve kendi beklentilerine göre tanımlar.
Öz ve Değişim
Bir kişinin veya genel olarak insanın özünü tanımlamak istiyorsak, bunun biyolojik, sosyal ve psikolojik olanın değişimi ve etkileşimi olduğunu söyleyebiliriz. Değişmediğimiz izlenimine sahip olsak da ya da olduğumuzu sandığımız şeyi yeniden doğrulamaya devam etmek için buna dirensek de bu, sürekli bir değişim sürecinden geçmediğimiz anlamına gelmez. Genetik veya DNA gibi bazı unsurlar, insani boyutlarımızda diğerlerinden daha kararlıdır. Ancak, değişmez olduğumuzu kesin olarak kabul etmemeliyiz, çünkü hatırlayalım, özümüzü oluşturan tek bir faktör yoktur, bunlar arasındaki karşılıklı ilişkilerden oluşur. Özünüzün ne olduğunu düşünüyorsunuz? Sizi olduğunuz kişi yapan hangi biyolojik, psikolojik ve sosyal değişkenlerin olduğunu düşünüyorsunuz?