Halk hekimliği(şifacılık, ocaklılık) , atalara ait kutsal mekânlar, yatır ziyaretleri, su, dağ, tepe gibi doğa kültlerine dair inanışlar, iyeler, ruhlar ve cinlere dair inançlar gibi birçok inanç ve çevresinde oluşan ritüeller; Türk inanç sisteminin temelini oluşturmaktadır. Şamanizm’den sonra da İslamiyet’e geçişimizle beraber bu inançlarımız çeşitli değişiklikler ve kabul edilen yeni dine uyumlu hale gelerek varlığını korumuştur. Son zamanlarda ise ülkemizde, yoğun bir şekilde hurafe denilerek bu inanç sitemindeki kimi unsurlara savaş açıldığı görülmektedir. Oysaki köprüleri ayakta tutan tek bir ayak değildir. Bu ayaklardan herhangi birisine bir şey olursa köprü, hepten yıkılır. Halkın tecrübesinden uzak tutulan bir din anlayışı da sadece soyut olarak kalacak ve halkın yaşantısına tesir edemeyecektir. İslamiyet’in emir ve yasaklarına göre hayatını şekillendiren bir insanın ayrıca atalarından öğrendiği kimi uygulamaları da yaşaması gerekmektedir. Salt kitabi bilgi, halkı robotlaştırır. Binlerce yıllık yaşam pratiğini çöpe atar.
Unutulmamalıdır ki Prof. Dr. Gülin Öğüt Eker’in dediği gibi: “En üst düzey teknik donanımın mutlu edemediği sosyal bir varlık olan insan, ait olduğu kültürün bize biz olduğumuzu hatırlatan geleneksel unsurlarını kullanarak aitlik duygusunu yaşar. Aidiyet, ortak kültürel değerleri kullanma yönüyle bireyi, aynı toplumun üyesi olma hazzına ulaştırır. Üyesi bulunduğu kültürü paylaşmanın, aynı değerleri yaşama ve yaşatmanın verdiği kültürel bellekteki sorumluluk ve mutluluk, kişiyi manevî haz duymaya yönlendirir” Manevi hazzı alamayan ve kendisini içerisinde yaşayan halka ve kültürüne ait hissetmeyen bireyler nereye gidecektir, nasıl yaşayacaktır, hangi fikirlere yönelecektir? Cevabı aslında gün gibi ortadadır. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine, televizyonlardaki akşam haberlerine ve sabah kuşaklarındaki acı olaylara bakarak bu soruların yanıtlarını çok iyi bir şekilde öğrenebiliriz. Gençlerimiz cenaze törenlerine gitmeden, bayram kutlamalarına katılmadan, düğün yemeklerine iştirak etmeden, yeni doğan bir bebeğin kırkının çıkmasının ne demek olduğunu bilmeden büyüyor. Akranlarından çok ekranları gören, dostu olmayan, aynı dua için avuç açmayan ve aynı ölüme ağlamayan çocuklar nasıl olur da ülkesine ve milletine yararlı olabilir. Batının otomatik kültürü ile büyüyen ve beslenen bünyeler, Türk kültürünü yüreklerinde taşıyamazlar.
Peki, ne yapmalı? Türk çocukları ve gençlerine kendi kültürlerini nasıl öğretmeli? İleri derece modernlerimizin “yobazlık” suçlamalarından; aşırı dindarlarımızın “hurafe” baskılarından nasıl kurtulacağız? Halkın öz gelenek ve inançları nasıl olacak da bağımsız olabilecek ve yetişen kuşaklara nasıl anlatılabilecek? Aslında ortada çok olumlu bir durum var. İnsanın genetik kodları, kolektif hafızası ve atalarından getirdiği inanç belleği insanı kendi özüne ait olan ister istemez çekiyor. Mitlere, efsanelere ve kült inançlara karşı duyulan merak gün geçtikçe artıyor ancak ülkemizde bunun yerini Avalar, Yüzüklerin Efendisi, Matrix gibi yabancı menşeili filmler ya da bilgisayar oyunları dolduruyor. Buradaki durumu iyi analiz etmeli ve bugünden tezi yok; animasyonlarla, çizgi filmlerle, sinema filmleriyle, reklamlarla, çizgi romanlarla, kitaplarla Türk halk inançları çocukların anlayacağı dilde aktarılmalıdır. Sinema yönetmenlerimize, senaristlerimize, çizerlerimize, yazarlarımıza ve eğitimcilerimize çok büyük görevler düşüyor. Derslerinde Köroğlu’yu, Karagöz’ü, Pişekar’ı anlatmayan öğretmenlerle; testlerin içerisinde öğrenciyi boğan bir sistemle bu böyle gitmez. Müfredatlarda yapılan son değişikliklerle öğretmenlerin önündeki büyük bir engel kalkmış olsa da öğretmenlerin de sözünü ettiğimiz “modern” ve “dindar” yapıdaki görüşleri öğrencilerine faydalı olmalarını engellemektedir. Yeniden bir dirilişe, ayağa kalkmaya o kadar çok ihtiyacımız var ki ve bunu başarabiliriz. Bunun için milleti ayakta tutan dayanak noktamızı; toprağa sıkı sıkıya sarılan köklerimizi, halk inançlarımızı yüceltmeli ve en yükseğe taşımalıyız yani kalplerimizin ve zihinlerimizin içerisine…