Güneşin yazın son demlerini vücuduna topladığı bir gün bitmek üzereydi. Yaz mevsiminin son gecesine gebeydi artık zaman ve güneş son kez kapatıyordu perdelerini.
Eski bir komşuydu benim için emekli öğretmen teyze ve şimdi onun evine girmek üzereydik. İki katlı evin üst katına çıkarken kıvrılan merdivenler bana minik bir labirent gibi gelmişti.
Üst kata çıktığımda evin rock müzik müptelası bir abla karşıladı beni. Yatağının altından bir kutu çıkardı içi rock kasetleriyle dolu olan. Nice kaset vardı. Her biri yıllar boyu dinlenecekti. İçlerinden bir tanesini çıkarıp aldım. Kaset çalara taktığımda odanın içine dolan ses, Haluk Levent’e aitti.
Şarkının en çok “güneşin battığı sahilde” kısmı kulaklarımda asılı kalmıştı. Dışarıda taze bir mevsimin doğum sancısı vardı ruhumda ise özüne dönmeye çalışan afacan bir çocuğun sanrısı.
O çocuğun ilk kez deneyimlediği müziğin son notaları havaya karıştı. İki katlı evin soluk duvarına yansıyan güneşin sarı ışıkları, yer yer gölgelendiriyordu mavi perdeyi. Elimi uzattım sanki ömrümün en uzun perdesini yakalarcasına. Sonra palmiye yapraklarının dünden bugüne uzanırcasına saçaklandığı uçları birbirine kavuşmaya yeltendi. Rüzgar, sadece benim değil tüm çocukların düşlerine uçurtmalar takıyordu o günlerde.
90’lı yılların garip esintileri çocukların düş bahçesinde hafifçe dolanıyor, özüne hasret ruhların kendi doğal yaşamlarına özlemle baktığı günlerde çocukların parmak uçlarına konuyordu. Vakit geliyor bir uğur böceğine dönüşüyordu. Ona bakan çocuklar, bir dua ya da bir dilek havalandırıyordu göğe.
Gökyüzünün en demli merdivenlerini birer birer adımlamak yerine bir burağa ya da tulpara binip kanatlanma isteğiyle donanan ruhum, şimdi o eski efsunlu hülyalarını gerçek yaşantıların altında unutmaya meyilli. Ancak ben yine de otuzlu yaşlarımı devirmek üzereyken çizgi filmlerinden aşina bir pegasusun olmayan kanatlarını takıyorum bedenime.