İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in hatırısına…
Vagonların ıslak camları, yolculara gecenin tüm hüznünü yansıtıyordu. Az önce trene zorlanarak binen kendisi değilmiş gibi oldukça dinç görünüyordu. Boş kompartımanlardan birinde eprimiş bir koltuğa oturmuş, istasyonda birbirini yolcu eden insanların hasrete gark eden yüz ifadelerini seçmeye çalışmakla meşguldü. Bu denli uzaklıktan mimik okumak zor olsa da hayatta yapabildiği en iyi şey, tebessüme ya da karamsarlığa boğulmuş simaları sezinleyebilmesiydi.
Mavi kazaklı çocuğun kahverengi bavulunun kopmuş kulpunun çocukta yarattığı hüznü, iki gündür hiçbir yiyecek bulamadan boş midesiyle istasyonun soğuk betonlarında uyuklayan kötürüm çomarı ya da oğlunu askere göndermek üzere olan köylü kadının alacalı hüznünü duyumsayabiliyordu. Gördükleri eğer bir ressamın fırçasından tuvale dökülmüş olsaydı, ressam eminim eserinin adını “İstasyonda Bir Lahza” koyardı diye düşündü.
Ellerini giderek soğuyan havanın etkisiyle göğsünde kavuşturarak ısıtmaya çalışan Cemal’in camından yüreğine damlayanlar sadece bunlardan ibaret olmasa gerekti. Çünkü arada bir gülümsüyor, sonra kısa bir süre için ara verip kaşlarını çatarak ciddi bir görünüme kavuşuyordu. Tüm bu gelgitler, yüz hatlarından okunuyordu. Gördüklerinin ötesini de düşüncelerine ya da kalbine katıyor olmalıydı.
Çantasından gazetesini çıkarıp okumaya çalışır gibi çaba gösteriyor, yazıları içinde duyumsuyordu. Cemal, orada başka hiç kimsenin olmadığını hissettiği bir anda içeri giren yaşlı adamın gölgesi düştü gazetenin üzerine. Başını kaldırdı Cemal. Gelen kişi; sakalları hafif kırlaşmış, üzerinde çok eski olduğu soluk renklerinden kendini belli eden bir takım elbise giymiş uzunca yeşil sopalı bir adamdı.
“Beyefendi, müsaadenizle karşınızdaki boş koltuğa oturabilir miyim?” sorusuyla irkilen Cemal, “Tabii, amca ne demek. Buyurun buyurun!” derken sesinin titrek melodisine yön vermek istercesine alçak bir sesle öksürdü.
Cemal, gazetesine yeniden dalmasına rağmen arada bir karşısındaki adama bakıyor, sohbete başlasam acaba tüm yolculuk boyunca uyumama bile izin vermeyen bir konuşmaya mı başlamış oluruz tereddüdünü yaşıyordu. Gazetede şöyle bir haber olmalı diye düşündü içinden ve okur gibi yapıp bu yaşlı adamla konuşmaya hevesli olduğunu göstermeye meyletti.
“İstiklal Harbi’nin ölümsüz destanı İstiklal Marşı şiiri, yurdun dört köşesinde büyük bir gururla yankılandı.”
Cemal, son kelimeyi daha vurgulu söylemiş ve sanki sözcüğün anlamını cümleye yedirmeye çalışmıştı. Yaşlı adamın bu habere ne tepki vereceğinden çok sohbete dahil olup olmayacağını merak ediyordu.
Bastonunu yanındaki boş koltuğa doğru koyduktan sonra ceketinin düğmelerini açıp derin bir nefes alan bu adamın Cemal’e attığı bakışın manasını çözmek zordu. Cemal, karşısındakinden bir sözcük dilenir gibi bakmaya başladığı sırada tren yola koyulmuş, koridordan geçen bir kadının trenin kalkarken çıkardığı gürültülü sesten korkan, elini sıkı sıkıya tuttuğu pantolonu yamalı çocuğuna “Korkma!” dediğini duydu. Kadın ve arkasındaki çocuğun gölgeleri de koridoru terk edince tren görevlisi çıkageldi. Biletleri ve hüviyet cüzdanlarını bir memurun dünyada takınabileceği en titiz ve en namuslu hâliyle gözden geçiren adamın başıyla onay vermesinin ardından hüviyet cüzdanını ceketinin iç cebine ilk yerleştiren Cemal oldu.
“Harp kazanıldı evlat. Cepheden vilayetlere uzanan bu hürriyet ateşi elbet bir münevverin kalbinden dize dize akacaktı. İşte ne mutlu ki o da biz Türk milletine nasip oldu.” diyerek sanki yıllardır suskun kalmış bir dilin çözülüş anına şahitlik etmesine müsaade veriyordu. Gazete haberini çoktan unuttuğunu ve tüm bu sohbet bahsinin oracıkta kapandığını düşündüğü bir anda gelen bu yıldırım sesli cümleler Cemal’de büyük bir hayrete neden oldu.
“Dizeler artık yurdun tüm köşesinden ışık ışık dalgalanıyor amca, ne mutlu ki namerde varmadan Allah bizlere bugünleri de gösterdi!” dedi.
“Tabii evlat tabii… Ben Yemen’de yitirdim gençliğimi, sonra Sakarya’da bu yaşlı hâlimle düşman kovaladım. Tabii sonunda bir kurşun darbesi yere serdi de oracıkta nihayete erdi tüm arzularım…” derken sesinin edası değişmişti.
Yaşlı adam, millî marşın şairini yakından tanıyor gibi konuşuyordu. “Titrek mum ışıklarının Tacettin Dergâhı’nın duvarlarına aksettirdiği gölgeleri görseydin keşke evladım!” derken bu yaşlı adamın yüzünde oluşan mutluluk ve fazlasıyla da gurur okunabiliyordu. Cemal, tüm dikkatini bu gizemli yaşlı yolcuya vermiş. Onun ağzından çıkacak cümleleri merakla beklemeye koyulmuştu.
Kırlaşmış sakallarını sıvazladıktan sonra sözlerine devam etti. “Dergâhın avlusundaki dostlar, Âkif içeride mısraları kalbinden kağıtlara ve duvarlara nakşederken ellerini semaya açarak Allah’a yalvarmaya, kalplerinin en derin yerinden mübarek dualar okumaya başlıyorlardı. İşte o seslerin sedası birer birer yankılandı dizelerinde Akif’in. Sonsuzluğa değin sürüp gidecek bir istiklâlin habercisi, bağımsızlığına aşık bir milletin yol göstericisi olmaya koyuldular.”
Cemal, “Peki, bunları nereden biliyorsunuz amca?” diye sorduğunda yaşlı adamın yüzünde kadim yıllardan miras kalmış bilgece bir tebessüm oluşuverdi. Sözcükleri dilinden değil de yüreğinden kopuyordu sanki. O an tren kompartımanı sanki bir dergâhın huzurlu havasına bürünmüştü.