Merdiven basamaklarında ayyaşlardan armağan bir dizi şişe vardı. Hoyratça içilip atılmış, düşerken parçaları savrulmuş. Cam parçacıkları, parmak uçlarımdan kaydı. Kenara ittim hepsini.
Oturacak kadar tenha bir yer açtım kendime. Ayaklarımı boşluğa savurdum otururken. Sırtımsa bir üst basamağın garantisinde. Gerçi bu hayatta ne zaman garanti sözcüğünü duysam başımı öteki yana çevirmiş adamın tekiyim. Şimdiyse cam parçacıklarından korkan ve sırtını sağlama alan bir adamım.
Yanımdan geçip giden her ayağın farklı bir sesi vardı. Kiminde az önce uyutulmuş bir bebeğin ağlaması, kimin de bir ay önce yitirilmiş hasta bir babanın namütenahi sesi… Hatta en son işittiğim, yıllarını bu metro istasyonunda işçi olarak geçirmiş emekli bir adamın eskimeyen ayak tıkırtısıydı. Tüm sesler bir araya geldiğinde gürültüye kesse de her birine tek tek kulak kesildiğimde bambaşka ve daha önce hiç okumadığım öyküler beliriyordu aklımda.
Sesler gelir geçer de ya kokular? Koku, anamın yaptığı tosttan sızan yanmış ekmek; topum yan bahçeye kaçtığında gözümden burnumdan durmaksızın akan yaşların hafif şekerimsi kokusu demekti benim için.
Herkesin kayıtsız yok olup gittiğini düşünürken küçük bir erkek çocuğu oturdu yanıma. Sen de kimsin? demek için başımı çevirdiğimde fıldır fıldır ela gözlerini bana dikmiş bakıyordu.
Neden oturuyorsun? Devam etsene yoluna! dedim. Cevapsız bıraktı beni uzun süre. Üstüme başıma bakıyordu. Pantolonumdaki yırtıkları kapamak için götürdüğüm parmaklarım sıska, yüzümdeki hüznü saklamak isteyen ifademse oldukça sahte kaldı. Anladı çocuk, bu suçlu hâlimden yolunda götüremediğim bir şeyler olduğunu ve bu yüzden böylesine pejmürde oturduğumu.
Konuşmak için ağzını oynatır gibi oldu. Kulaklarımı açtım. Konuşmadı.
Dinlemek için öne atıldım. Yıllar önce ön sıralarda oturup öğretmeninin sözlerine dört kulak kesilen o mavi önlüklü ve beyaz yakalı öğrenci gibi. Öğretmen konuşmadı, tam tersine daha da sustu.
Sessizlik artar mı hiç? Koyu bir sessizlik çöreklenir mi bana, sana, şu yerde hafif hafif parıldamaya başlayan cam parçalarına? Elimi biteviye basamaklara dayadım hesapsızca. Az önce kenara ittiğim şişenin belki de en minik parçası kanatıverdi. Kan damlarken çocuk gözlerini kapadı. Anlaşılan bu çocuk sandığım kadar cesur değildi. Baksana! dedim içimden kan bile tutuyor bu veledi. Kim bilir hayat? Sahi beni de tutan şey hayat mıydı? Yoksa benim için hayatın kendisi yoğun bir kandan mı ibaretti? Yok, bu saçma düşünceler de nereden aklıma üşüşüyor diyerek zihnimi buruşturdum.
Kağıt mı ki bu buruştururken ses çıksın? Ama çocuk irkildi. Rahatsız olduğu ben miydim yoksa cam parçacıkları mı? Sormak istedim ama çocuğun yüzündeki endişeye bakılacak olursa korktuğu daha büyük bir şey olmalıydı.
Ben bir süre sonra elimi kanatan cam parçacıklarıyla ahbap olmuş, onlarla oyun bile kurmuştum. Çocuk ise ela gözlerini topladı, başka kokulara doğru yol aldı.
İlginç. Çocuk giderken hiç ayak sesi çıkmadı. Nasıl olur da duyamadım ki? Kesin çıkmıştır sesi. Yani çocuktur diye ayak sesi çıkmayacak mı? Çok sesli olmasa bile kesin bir ses çıkmıştır. Sessizlik olsun diye avuçlarımı ağzıma kapadım. Nefesimi bile duymak istemiyor, sadece ama sadece gittikçe gölge suretini alan çocuğun yalın ayaklarından çıkacak sesi duymaya çalışıyordum.
Ne! Yalın ayaklar mı? Evet, çocuğun ayağında ayakkabıları yoktu ki! Ama bu çocuğun bir annesi, babası yahut dedesi, babaannesi yok muydu? Ne kadar fakir olursa olsun ailesi çocuklarına ayakkabı alıp da giydiremez miydi? Önce kendime şaştım sonra çocuğa.
Cam parçaları, onlarla oynarken farkına varmadan ellerime dolup taşıyordu. Kan giderek şiddetlenirken ela gözlü çocuğun yalın ayakları, geçtiği tüm kaldırımların sesini kendine topluyordu. Bunu nereden mi anlıyordum? Çünkü her saniyede daha da sessizleşen bu kalabalık, kulağımı artık hiç mi hiç meşgul etmiyordu. Sesleri toplayan, o çocuğun ayakkabısız ayaklarıydı. Bundan emindim. Çünkü ben o çocuğun gidemediği yer, atamadığı adımların ta kendisiydim.
Belki de o ela gözler, yıllardır aynaya hasret kalmış yüzüme çoktan yuvalanmış ve hatta mezarlarını bile kazmış gözlerimden başkası değildi…