Uzun zaman öncesiydi. Üniversitede lisans eğitiminde belki de son senemdi. Eski edebiyat dersine çok ilgili olmasam da hocamızı çok seviyor ve fikirlerine de saygı duyuyordum. Üstelik ders anlatım şekli eskiyle değil de yeniyle ilgiliydi daha çok.
Hüseyin Hoca, yine derse tüm zarafetiyle girmiş ve öğrencilerini bilgilendirme arzusuyla dolu bir şekilde dersi anlatmaya başlamıştı. Bir an durdu ve bizlere dönerek “Çocuklar masamdaki kırmızı güle bakar mısınız?” dedi ve ekledi “Sizce aşk tek bir nesne olsaydı kırmızı bir gülden mi ibaret olurdu yoksa başka bir nesne aşkı temsil edebilir miydi?”
Tüm sınıf birbirine şaşkınca bakarken, hocamız “Hadi çocuklar. Şimdi hepinizden defterlerinize kısa bir yazı yazmanızı istiyorum. Sizce aşk sadece ama sadece bir nesne olsaydı, onu en güzel hangi nesne ifade edebilirdi? Bu soruyu yanıtlayın ve bir yazı yazın.” dedi.
O an aklımda bir fikir belirdi. Kim bilir belki de yıllardır aklımda ve kalbimde saklı duran o fikir bir anda ortaya çıkıvermişti. Ben yazıyı yazarken ruhumun hafifçe dalgalanıp durduğunu fark ettim. Kalemim değil de ruhum geziniyordu sanki kağıdımın üzerinde.
Yazım vücuda gelip de tamam olunca parmağımı kaldırdım. Artık bu yazıyı okuyabilirdim.
Tüm sınıf tek tek okumuş ve ben de yazımı okuma olanağı bulmuştum. En sonunda benim yazdığım yazıyı birinci seçen hocamız, masadaki kırmızı gülü bana armağan etmişti. O gülü evime götürdüğümde bir gün solacağını biliyordum ancak hatırası o gün yazdıklarımı aklıma getirecek ve belki de yaşamımım geri kalanında o gün yazdıklarımı dikkate almamı sağlayacaktı.
Merak ettiğinizi biliyorum. Epey zaman geçti üzerinden ancak birinci seçilen yazımdan aklımda kalan birkaç cümleyi sizlerle de paylaşmak istiyorum: “Aşk, diğer duygulardan öylesine üstündür ki onu farklı kılan şey belki de aşkın ölümsüz oluşudur. Yani bir nefret, öfke, hüzün, şaşkınlık vb. birçok duygu zamanla yok olurken aşk yokluğa karışanların ardından bile devam eder. Dolayısıyla aşk eğer bir nesneye karşılık gelecekse “mezar taşına” denk gelir.
Çünkü mezar taşına sarılıp ağlayan bir sevdalının, annesine özlemini dile getiren bir çocuğun, şehit oğluna ağıt yakan bir annenin yegane aşkıdır artık o mezar taşı ve eğer aşk bir gün bile dinmiyorsa ölenin ardından işte o mezar taşı da aşkın kendisi oluvermiştir hiç farkına varmadan…”
Evde o kırmızı güle bakarken aklıma hep o gün sınıfta yazımı okurken bana göz ucuyla bakan hocam geldi. Kırmızı gül soldu gitti ve ben büyük bir hüzünle sarıldım o gülün ardında bıraktığı boş vazoya. Sonra vazo da gitti ve kağıtlar da…
Şimdiyse o güne ait hatırada yaşayan hocamın vefat haberinin ardından usulca adımladığım mezarlıktayım. Avuçladığım toprağı sıkarken ona olan hasretimi haykırmaktayım. Hocam, o gün bana o gülü verirken bana nasıl baktıysa şimdi ben de mezarlığa gelmezden evvel sokak başındaki çiçekçiden satın aldığım kırmızı bir gülü onun mezar toprağına nazikçe bırakmaktayım.
Dualar, sesler, mırıldanışlar ve son yeminler. Hepsi bitip de tam arkamı dönüp gidecekken beni olduğum yere ayak uçlarımdan mıhlayan bir güce engel olamadım. Başımı hafifçe çevirip hocamın mezar taşına baktım. Bembeyaz mezar taşının üzerinde hocamın adının altında kıpkırmızı bir gül figürü olduğunu fark ettim. Aşk, bir mezar taşından başkası olamazdı zaten… Hem ölümsüzdü hem de ölümlü… Bedenleri ölümlü insanların sonsuzca duyduğu aşk, duyguların en ölümsüzüydü…