“Büyük mertebe amcacığım ve mübarek şey bu yurt için vazifeye atılmak ve şerefli bir rütbeyle maziyi hatırlamak.” diyen Cemal, belki de hiçbir zaman dilden dile dolaşacak bir kahramanlık öyküsüne sahip olamayacağı için kederlendi. Bu ince sızı, o an sanki dünyadaki tüm mazlumların ruhlarını dolaşıp katlanıp büyüyerek yeniden Cemal’in yüreğine çekiliyordu.
Güneş; tüm kızıllığını yeryüzünden mahrum bırakıp çoktan çekip gitmiş, semanın üzerine birer hâle bırakarak yıldızları ve hilâli göndere çekmişti. Şimdi tren raylarına vura vura giden demir tekerleklerin ve o tekerlekleri ritmik bir sedaya aksettiren düzeneğin sesleri tüm kompartımana orkestra senfonisi sunuyor ve gizemli konserin biletsiz iki davetlisi büyük bir sükûnet içerisinde bu melodilere kulak kesiliyorlardı.
Ömründe ilk defa yalnız başına bir yolculuğa çıkan Cemal’in çocukluktan bu yana sahip olduğu sonsuz düş gücü bu yolculukta onun büyük bir sığınağı hâline dönüşüyor, yalnızlıktan ve gözkapaklarına çöreklenen karanlıktan kendini korumasını sağlıyordu.
Cemal, hafifçe doğruldu ve daldığı derin uykudan sersemlemiş bir şekilde uyandı. Yaşlı adam, onun uyumasını fırsat bilmiş olacak ki gazetesini almış ve büyük bir heyecanla okumaya başlamıştı. Sessiz kaldı Cemal. Dışarıdan içeri süzülen sönük ışıkların dağların eteğine kurulan küçük bir köyden geldiğini düşledi. Peki, o köyde bu saatte ışıkları açık ve uykusu kaçanlar kimlerdi? Yoksa yıllardır cephe cephe savaşıp gazi düşen askerler midir ya da şehit düşen yavrularını hâlâ gelecekmiş gibi bekleyen anneler mi?
Belki de en sönük ışığın geldiği tek odalı evde küçük bir çocuk, yıldızlara bakarak hiç görmediği babasının suretini düşlerinde resmetmeye çalışıyordur. Gece bekçisi kara köpeklerin havlamasına uyanan bir annenin çığlığıdır belki de evlerin ışıklarını yakan. Sahipsiz sanrılar, kötürüm düşler ya da kara geceye musallat olan tekinsiz ruhlar…
Zihninden geçirdiği ufunetleri yaşlı adamın baston takırtısı böldü. “Evlat, pek derin rüya görüyorsun? Uyanıkken daha az şey görenler düşlerinde fikirlerin zirvelerinde dolaşırlar.” diyerek gülümsedi ve “Az önce şu karşıdaki köylerde tüten ocakların izini sürüyordun düşlerinde, öyle değil mi?” diye sordu.
Yaşlı adamın savaş görmüş ve kutlu vatan toprağında çarpışmış olması ona büyük bir saygı duymasına neden olmuştu zaten ancak şimdi bu adamın, kurduğu hayalleri bile sezinleyebilmesi ona uhrevi bir madalya daha takmasına neden olmuştu.
Yaşlı adamın, bu zamanlara uygun olmayan giyimi ve duruşu zamanda yolculuk yapmış gibi geçmişin fotoğrafını an be an çeken konuşmaları hayret uyandırıcıydı. Yaşlı adam, Âkif’in dizelerini yazmaya başlamadan önce mutlaka dergâhın avlusuna çıktığını ve saatlerce o küçücük yerde dolanıp durduğunu anlattı. “Sanki, bir şey görür gibi dururdu bazen. Anlam veremezdik bu suskunluğuna ve tavırlarına. Sadece bir noktaya bakar ve o noktadan türlü anlamlar çıkarırdı. Toprağın kutsallığına inanır, dizleri üzerine kapaklanıp yerle hemhâl olurdu. Sonra geceyse ve yıldızlar yine ayın ışığıyla yıkanan semaya kandiller gibi serpilmişse o büyük şair, ay ve yıldızların görkemi altında fikren devinir, ruhen coşar ve en sonunda ay ile yıldızı dizelerinde nakış nakış işlerdi.”
Dergâhın kadim gözlemcisi gibi konuşan bu yaşlı adamın arada bir attığı bakışlar, geçmişin tüm yükünü Cemal’in omuzlarına yüklüyordu. Bu ağır yükün altında hafifçe ezilir gibi omuzlarını aşağıya doğru sürükleyen Cemal’in dudakları mühürlenmiş, sözcükleri dilinden geriye doğru biteviye kaçışmaya başlamıştı. Sustu, dinledi.
Mehmet Âkif’in Altındağ’da mübarek, yağmurlu ıslak bir günün şafağında toprakta yer yer göllenmiş su birikintilerine basa basa ilerlediğini hayal etti. Sonra bu göğsü iman dolu şair, bir anda duruyordu. Bastığı yerleri geçmekten imtina duyan ayakları oracıkta çakılıyor ve karşısına çıkan bahçe duvarında Garb’ın tek dişini gösteren korkunç canavar yüzünü görüyordu. İşte o an yerleri sulayan yağmur katreleri bir araya gelerek sadece o gölgelerin vurduğu duvarı değil yurdun dört bir yanını sarmış çelikten ve demirden binlerce duvarı aşmaya başlıyordu.
Tüm bu olayları gözkapaklarında gören Cemal’in içinde savaşa gidememiş, asker olamamış genç bir adamın hüznü yatıyordu. Bu üzgün ifadeyi gören yaşlı adam, “Üzülmemelisin, belki de en iyi gören sensin. Gözlerine mil çekilmiş bir adamın kutsal ırmaklardan gelecek şifa dolu köpüklere meyletmesi gibi sen de meyletme. Şifanın geleceği zaman ve mekân belki de kendine yapacağın yolculukta saklıdır ve bu seyahat seni apansız yakalayabilir.” derken gözlerinde ayrı bir ışıltı oluştu. Bu parıltıyı görebilseydi eğer yıldızların o gözlere öykündüğünü düşünürdü Cemal. Oysa şimdi o kendi karanlığına çekilmiş, bu gizemli tren yolculuğunun ona yaşattıklarını düşünmektedir. Cemal, yaşlı adamın “Nihayete erdim bir kurşunla!” cümlesindeki anlamı çözmek isterken aslında onun çoktan arşa uzanmış başının topraktan fışkıran şühedaya karıştığını hissetmektedir.
Kulağına çalınan bir rüzgârın sesiyle başını kaldıran Cemal, hayatında hiç hissetmediği kadar fazla yıldızın ve kutlu bir hilâlin ona doğru baktığını duyumsadı. Başını dayadığı soğuk cam birden al renge boyandı, üzerine düşen bir yıldız ve hilâl önce hafiften sonra mütemadiyen hızlanarak dalga dalga serpilmeye başladı. Şafak sökmek üzereyken çehresini nihayet tebessümle buluşturabilen bu bayrak, Cemal’in içine derin bir huzur verdi.
Cemal, kendi kendine tüm bu gizemi çözmeye çabalarken tren ani bir frenle çakıldı kaldı. Yolcular koltuklardan zıplamış; kimi kafasını, kimi bacağını bir yerlere çarpmıştı. Cemal, tam olarak ne olduğunu anlayamadığı için etrafa bakınıp duruyordu.
Kompartımana koşup gelen bir görevli, “Beyefendi iyisiniz değil mi? Sadece bir hayvan sürüsüyle karşılaştık ve makinist aniden fren yapmak mecburiyetinde kaldı. Bir isteğiniz var mı efendim?” diye sorarak Cemal’e büyük bir itinayla yaklaştı. Bu özel ilgiye bir yanıyla sevinen ancak öte yandan bunun nedenini pek de kafasına yerleştiremeyen Cemal, teşekkür etmekle yetindi.
Cemal, uzun bir sürenin ardından yeniden kompartımana döndüğünde yaşlı adamın yerinde olmadığını fark etti. Bu gizemli adamın koltuğunda ondan geriye tek bir fotoğraf kalmıştı. Cemal, titrek elleriyle fotoğrafı aldı. Fotoğraftaki adam az önce karşısında oturan yaşlı adamdan başkası değildi. Tacettin Dergâhı’nda yıllar önce çekilmiş bu eski fotoğrafın arka yüzünde Âkif’in dizeleri yer alıyordu.
Cemal, adamın varlığını henüz anlamlandıramamışken yokluğunun sırrıyla meşgul olmaya başlamıştı. Cepheden cepheye koşan bir askerin sonsuzluğa bıraktığı bir nefesti belki de yaşlı adamın sözleri. Şimdiyse Cemal, tren son istasyona gelince bir görevlinin yardımıyla aşağı inmiş ve onu karşılamaya gelen arkadaşı da koluna girmişti.
Cemal’in doğuştan kör olan gözleri bugün yaşlı adamın gizem dolu varlığını görmeyi başarmış ve Cemal, belki de ömründe ilk defa hayal bile olsa bir dervişle yolculuk etme fırsatını yakalamıştı.
Yaşadıkları ona bir rüya gibi gelse de doğduğu günden bu yana kalp gözüyle görüyor ve dünyanın tüm gerçekliklerini ruhunda hissedebiliyordu. Şimdi bilinmeyen çok uzak yerlerden çıkagelmiş bir dervişin sözleri zihnine mıhlanmış ve karanlık dünyasını aydınlatmıştı: “Hürriyet ateşi elbet bir münevverin kalbinden dize dize akacaktı.”
İşte o münevver, şafak sökerken göğün en mübarek tepesinde ay ve yıldızla konuşan Mehmet Âkif’ten başkası değildi.