Kelimelerin Hikayesi

Kelimelerin Hikayesi: Ayıkla Pirincin Taşını

Eskiden hatırlar mısınız? Annelerimiz evlerin karanlık salonlarında ışıkları açıp gözlerini kısa kısa bir pilav yapmak için kara kara taşları ararlardı. Maalesef o güzel gözlerle ayıklanan pirincin içinden araya kaçan taşlar olurdu. Pilavı yiyen bunu görmediyse dişte bir çatırdama ile "yandım anam nidası" atılırdı sofrada, nice dişler kırılmıştır bu yolda. Babalarımız bazen evlerde olurdu bazen evlerde olmazdı, ama annelerimiz hep kanaatkar olurdu. Kardeş varsa iyi geçinilirdi veya sofra altından ayaklarla itişme kakışma sürerdi, güzel zamanlardı nitekim pirinçten dişimiz kırılsa da o dönemlerin bir saflığı vardı, şahsen ben o pirincin içindeki kara taşları bile özledim, annemin yarınki yemekte pilav yapmak için akşamın loş ışığında o taşları ayıklamasını, gözleri buğulandığında bana verip "bak kızım kalmış mı içinde taş" demesini özledim... O pirincin taşını saatlerce ayıklayanlar için neyse ki bu karanlık dönemler geçti ve kurtulduk, artık tüm kırık pirinç bile taşsız. Hayatımızda bazen hiç beklemediğimiz sürprizler ya da daha başa çıkamayacağımız engeller çıkar karşımıza, işte o zaman ne yapacağımızı bilemeyiz ve ardından "ayıkla pirincin taşını" deriz. Küçüklüğümüzden beri dilimizi, aklımıza kazındı bu deyim, ama hikayesini nereden geldiğini hiç bilmedik, bu yüzden kullandığımız kelimelerin hikayelerini bilmemiz çok önemli, kültürümüzü korudukça dilimizi de koruruz, çünkü kültür değiştikçe dil de değişiyor. Özellikle çocuklarınızla bir aktivite yapmak istediğinizde bilindik masallar anlatmak yerine onlara günümüze kadar gelen tarih kokan deyimlerimizin hikayelerini anlatabilirsiniz. Bu şekilde çocukların hem kültürleri, tarihi bilgileri geliştikçe kullandığımız kelimelerin aslında hayatımızı nasıl etkilediklerini de öğrenmiş olurlar. Hadi o zaman günümüze kadar gelen "Ayıkla pirinin taşını" deyiminin tarih kokan, size tebessüm ettirecek hikayesini okuyun ve sevdiklerinize okutturun ?. Şimdi zaman makinemize atlayıp sizi Osmanlı dönemine götüreceğim, hikayemiz Osmanlı tarihine dayanır... Yavuz Sultan Selim o dönem Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra 1567'de Yemen'de bir isyan çıkmıştır. Yemen isyanı denince hemen aklınıza o türkü gelmiştir... "“Ano Yemen’dir, gülü çemendir...Giden gelmiyor, acep nedendir? Burası huş’tur yolu yokuştur...Giden gelmiyor acep ne iştir?”  İşte çoğu kişinin "Muş" olarak sandığı aslı olan "Huş"tur. Huş; Yemen'in başkenti Sana ile Taiz kentleri arasında bulunan bir Türk Kalesinin ismidir... E, o kadar bahsetmişken türküsünü de dinlemeden olmaz değil mi? https://www.youtube.com/watch?v=t4DBc0z7ki4 Neyse efendim gelelim Yemen isyanına Zeydilerin İmam Mutahhar önderliğinde ayaklanmasıyla başlayan isyan sonucunda Osmanlı Devleti, Aden, Taiz, San'a ve bunlara bağlı bölgeleri kaybetmiş ve Yemen üzerindeki hakimiyetini hemen hemen kaybetmiştir. 31 Aralık 1567'de Yemen isyanını bastırmak için o dönem Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa vezir rütbesiyle sefer serdarı, Özdemiroğlu Osman Paşa ise San'a Beylerbeyi olarak atanmıştır, tabii iki paşanın anlaşmazlığa düşmesi üzerine 15 Ağustos 1568'de serdarlıktan azledilerek yerine Koca Sinan Paşa atanmıştır. Yemen’de başlayan isyanla birlikte yaşanan dram ve buna neden olan olumsuzluklar bugün için hâlâ araştırma ve inceleme konusu olmaya devam etmektedir. İngilizlerin kışkırtmalarıyla isyan ederek sözde bağımsızlık savaşına girmişler. Üstelik bu savaşta da düşmanı yenebilmek için şehri kuşatma altına alma, erzak giriş çıkışını önleme, telgrafla haberleşme imkânlarını sabote etme ve silahlı mücadele gibi yöntemlere başvurarak zafer kazanma yollarını aramışlardı. Yemen isyanları devam ederken Koca Sinan Paşa söylentilere göre bir gün askerleriyle çölde konaklamaya karar vermişler, tabii askerler aç... Askerler yemek pişirmek için, yere büyük bir çadır seriyorlar, hasır torbalar içeresindeki mısır pirinçlerini, o yere serdikleri büyük çadırın üstüne dökmüşler ve başlamışlar mısır pirincin içindeki taşlarını ayıklamaya... Tabii aşçılardan bazıları mısır pirincin içindeki taşları ayıklarken başlamışlar şikayet etmeye, hem şikayet ediyorlar, hem de taşları ayıklıyorlar. Tam o sırada çok güçlü bir fırtınalı rüzgâr çıkmış ki, göz gözü görmez olmuş, hani filmlerde izlediğimiz cinsten güçlü bir fırtına... Fırtına o kadar şiddetliymiş ki, rüzgârın savurduğu bir kum bulutu da pirinçlerin üstüne çökerek, neredeyse onları tamamen örtmüş... Aşçılar, yeniçeriler bakakalmış, biraz önce şikayet ettikleri pirincin üzerinde şimdi koca bir kum birikintisi var ?. Aşçı yeniçeriler, kumların altında kalan pirinçlere bakakalırken, bir yandan da hepsinin akıllarından aynı şey geçiyordu "biz biraz önce bu nimetin içindeki taşları ayıklarken şikayet ediyorduk, şikayet etmemiz başımıza daha fazla musibet gelmeden tövbe mi etsek?"... Uzun bir sessizlik olduktan sonra askerlerden birisi “Siz misiniz üç-beş taştan yakınıp beğenmeyenler, hadi asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını”, diyerek ortamı yumuşatıp herkesi güldürmüş... İşte günümüze kadar gelen "ayıkla pirincin taşını" hikayesinin hem zorlu, hem de güldüren hikayesini öğrenmiş oldunuz... Biraz tarih bilgimle beraber bu hikayeyi öğrendiğinize göre artık çevrenize anlatır ve okutturursunuz diye tahmin ediyorum. Bu arada size Yemen isyanı ile ilgili beni neredeyse tarihi sevmeme neden olan Hasan Muhiddin Paşa'nın tuttuğu raporunu bitirdiğinde yazdığı bir sözü aktarmak istiyorum... 1904 İsyanı sırasında henüz küçük rütbeli bir subay olarak San'a’da bulunan Hasan Muhiddin Bey verilen emir üzerine vaziyeti anlatan bir rapor tanzim etmiştir bu arada ve raporun sonunda yazdığı söz ise şöyledir:  

“Açlık birçok facialara neden oldu. Tedbir alınmamış olması, beş bin padişah askerini açlıktan mezara gömdü. Kuyulara çukurlara attırdı. Bunları mürekkeple değil, gözyaşı ile yazıyorum.”

İlgili Haberler

Hakkımızda

Seni Sen Yapan Değerlere Dönüş Hareketi