Şu sıralar her ne kadar pek dışarı çıkmasak da bir markete bile gitsek dilimizden düşmeyen bir deyim "her şey ateş pahası!" maalesef öyle, bu günler geri kalır mı? Anlamını yitirdiğimiz günler gelir mi bilmem ama hepimiz eski günlerimizi özledik öyle değil mi? Çocuklar özellikle çok yaratıcı ve çok meraklı canlılardır, bu yüzden çocuklarla vakit geçirmeyi çok severim, bir deyimi veya bir kelimeyi kullandığımızda çocuklar bunun ne manaya geldiğini merak edebilir, kimisi bir deyimin hikayesini kendi yaratsa da kimi gerçek hikayelere dayanarak anlatır, doğrusu gerçek hikayeleri anlatıp onları bilinçlendirmek. Yine çocukların sıklıkla Anne ve Babalarından sıklıkla duyduğu "Offf alışverişe gittim ama, her şey ateş pahasıydı" deyiminin ne anlama geldiğini, nereden geldiğini oldukça merak ederler. E, ben de bu günler de çocuğunuza anlatacak hem güzel hikayeniz olsun, hem de birazcık Tarih bilgisi vererek onlarla güzel vakit geçirebilirsiniz. Şimdi gelelim deyimimizin hikayesine... Hadi o zaman sizleri zaman makinesine doğru şöyle alayım ve makinemizi Osmanlı dönemine doğru ayarlayıp o döneme misafirlik edelim.
Osmanlı İmparatorluğunun Osmanlı İmparatorluğunun en uzun süre tahtta kalan ve en büyük padişahı biliyorsunuz ki Kanuni Sultan Süleyman'dır, 9'uncu Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, annesi Hafsa Sultan olan 1. Süleyman, 6 Kasım 1494 tarihinde Trabzon'da dünyaya geldi. Seyyid Lokman'ın Hünername eserine göre de adını, doğduğu saatlerde Kur'an'dan açılan sayfada geçen Hazreti Süleyman'dan aldı. Kanuni Sultan Süleyman 46 yıllık büyük hükümdarlığının büyük kısmında batıya olmak üzere 13 büyük seferler düzenlemiştir, tabii bu seferlerinin arda kalan zamanlarında ise avlanmayı ve adamları ile birlikte ava çıkmayı çok severmiş.
Yine bir gün Kanuni Sultan Süleyman adamlarıyla birlikte bir kış günü ava çıkmışlar, bir ceylan görmüşler, ceylanı avlamak için peşinden koşarken vaktin nasıl geçtiğini anlayamamışlar. "Biz nerelere geldik böyle yahu?" diyerek etrafta nerede olduklarını çözmeye çalışırken, hava kararmaya yüz tutmuş... Ama sadece hava kararmamış, aynı anda şiddetli bir rüzgar, gök gürültüsü derken, şiddetli bir yağmur başlamış. Padişah ve adamları gök delinmişcesine bu yağmurdan kaçmaya kendilerine sığınacak bir yer aramaya başlamışlar, çünkü nerede olduklarını bilmiyorlarmış...
Hünkar ve adamları dağ başında yağmurun şiddetiyle ıslanmış ve üşümüş bir şekilde kaçarken gözlerine bir kulübe ilişir, hünkarın adamları "hünkarım burada bir kulübe var yağmur dinene kadar buraya sığınabiliriz", der ve kulübenin kapısını çavarlar, sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşamaktadır. Oduncu bu tanrı konuklarını içeri alır, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başlar. Tabii duncu anlamış karşısında önemli ve zengin şahıslar olduğunu anlamış. Bunun üzerine padişah kendini özellikle tanıtmak istememiştir; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmez. Tabi konuk padişah olunca, hemen ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıtır, üstüne yine ısınmaları için sıcak lezzetli bir çorba ikram eder.
O rüzgar ve yağmurun şiddetiyle, hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan oldukça memnun kalmışlar ve geceyi hem soğuk ve yağmurda geçirmemek, hem de üstlerinin kuruması için bu kulübede konaklamaya karar vermişler. Padişah durumdan o kadar memnun ve ısınmış ki; bir ara adamlarına dönerek “doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylenir. Sabah olduğunda üstleri kurumuş, ve yağmur dinmiştir, padişah yola çıkma zamanları geldiğini belirtip, oduncuya memnuniyetini belirtmek için şu ifadeleri kullanmıştır:
Padişah: “Efendi! bizi ihya ettin. harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” der ve sorar: “söyle bakalım borcumuz ne kadar?”
Tabii yoksul oduncu kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendirir ve ondan talep ettiği ücreti biraz yüksek söyler...
Oduncu: "Binbir altın eder beyzadem" diye söyler.
Padişah oldukça şaşırmıştır, nasıl olurda bir gece konaklamanın bedeli bu kadar yüksek olur diye de sinirlenmiştir, hemen ardından;
Padişah: "Bre, efendi! Çok istemedin mi?" diye oduncuya sorar.
Oduncu: "Beyzadem, yemek ve yatak bedeli bir altın, e zaten ateşin bin altın ettiğini de siz kendiniz söylemiştiniz" der.
Padişah bu yoksul oduncunun kıvrak zekası karşılığında gülümseyerek;
Padişah: " Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim" diyerek kendi de değer biçtiği ateşin parasını oduncuya ödeyerek yola çıkmıştır...
İşte günümüzde oldukça değeri üstünde fiyat biçilen ürünler karşısında kullandığımız bu deyim, bu şekilde ortaya çıkmıştır. Tabii ne kadar hakkaniyetli ona da siz karar verin ?