Tıpta her şey “İnsana yardım etmek” içindir...ama, “önce zarar vermeden ” der Hippokrates bir aforizmasında. Hekimler insanların mutluluğunu ve varlığını sürdürebilmesini sağlamak için yüzyıllardır çabalamaktadır. Bu nedenle sağlık ve tıp tarihi, bizi atalarımızın insan deneyimlerine bağlayan bir iplik örer. Peki, geçmişte insanlar, yaralanmaları, hastalıkları nasıl tedavi ettiler? Hadi o zaman hep beraber sizleri oldukça etkileyecek tıp geçmişine doğru bir yolculuğa çıkalım.
Tıp tarihi denince aklınıza erkek doktorların geldiğini biliyorum :).Ancak Antik Mısır’da sayısız kadın doktor bulunuyordu. Saqqara, günümüz Kahire’sinin yaklaşık 30 km güneyinde bulunan devasa bir arkeolojik sit alanıdır. Beş bin yıl önce eski Mısır şehri Memphis’in nekropolü olan Saqqara, dünyanın ayakta kalan en eski binalarından birine ev sahipliği yapıyor (Zoser Piramidi). Burada yapılan arkeolojik çalışmalar; Merit Ptah olarak bilinen ilk kadın doktorun görüntüsünü ortaya çıkardı. Mezardaki hiyeroglifler Merit Ptah’ı M.Ö. 2700 yılında yaşamış bir “başhekim” olarak tanımlıyor. Onun kariyeri hakkında çok fazla bilgi bulunmuyor. Ancak yazıt; kadınların Antik Mısır’da yüksek statülü tıbbi roller üstlenmesinin mümkün olduğunu gösteriyor. Merit Ptah’tan yaklaşık 200 yıl sonra yaşamış başka bir doktor Peseshet, “kadın doktorların gözetmeni” unvanına sahipti. Tarihçiler, Peseshet’in tıp eğitiminden sorumlu bir yönetici olduğunu düşünmektedir. Zaman ve yorum kavramları Merit Ptah ve Peseshet’in günlük uygulamalarını canlandırmayı zorlaştırsa da kadın doktorlar Antik Mısır toplumunun saygın bir parçasıydı.
Sanskritçe yazılmış “Sushruta Samhita” isimli kitap, bilinen en eski tıp ders kitaplarından biridir. Hindistan’da bulunan bu kitabın M.Ö. 600 civarında yazıldığı belirtiliyor. Sushruta’nın Kuzey Hindistan’ın Benares şehrinde (şimdi Uttar Pradesh eyaletindeki Varanasi) çalışan bir doktor olduğu düşünülüyor. Onun tıp kitabı; medikal anlamda bilgi derleme, ilaç kullanımı, cerrahi müdahale ve farmakoloji gibi konularda ayrıntılı bilgi veriyor. Sushruta bu kitapta öğrencilerine; ne kadar iyi okurlarsa okusunlar pratik deneyime sahip olana kadar hastalıkları tedavi etmemeleri gerektiğini öğütlüyor. İnsan üzerinde deney yapamadıkları için Sushruta öğrencilerine, meyvelerin kabuğunda cerrahi kesiler yaptırıyordu. Meyve tohumlarının dikkatlice çıkarılması öğrencilerin etten yabancı cisimleri çıkarma beceresi geliştirmesini sağladı. Ayrıca gerçek hastalarda uygulama yapmadan önce ölü hayvanlar üzerinde de pratik yaptılar.
Sushruta Samhita, birçok cerrahi tanımının yanı sıra katarakt cerrahisini de belgelemektedir. Cerrah baş parmak ve işaret parmağıyla hastanın göz kapaklarını birbirinden ayırarak göz küresini yandan delmek için iğneye benzer bir alet kullanıyordu. Bu sırada hasta burnunun ucuna bakmak zorundaydı. Cerrahi müdahaleden sonra göz içine anne sütü dökülmekteydi. Aynı zamanda gözün dışı bitkisel bir ilaçla yıkanıyordu. Cerrah, gözün “bulutlu merceğini” kazımak için sivri bir nesne kullanmıştı. İyileşme sırasında hastanın öksürme ya da hapşurma gibi gözde basınç oluşturabilecek herhangi bir eylemden kaçınması önerildi. Fakat ameliyatın başarılı olup olmadığına dair kesin bir bilgi bulunmuyor.
1536 yılında bugünkü Quebec City bölgesi yakınlarında Jacques Cartier’in gemileri buzda mahsur kalmıştı. Taze yiyeceğe çok az erişimi olan derme çatma bir kalede saklanan mürettebat, o kadar korkunç bir hastalıkla aşağı indi ki insanların diş etleri çürümüş ve hatta dişleri dökülmüştü. O zamanlar insanlar farkında değildi ama mürettebat C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığına yakalanmıştı. Cartier ne yapacağını bilmiyordu. Sonunda Annedda isimli bir ağacın bitkisinden çay yapmayı denedi. Çayın etkisi çok güçlüydü içen herkes birkaç gün içinde iyileşiyordu. O günden sonra çaya öyle bir rağbet oldu ki insanlar ağacın bir kısmını alabilmek için birbirlerini öldürmeye hazırlardı! Sonrasında ise sadece bir iki gün içinde koca bir ağaç yok oldu.
60 yaşında bir kadın olan Kan Aiya, birçok yakınını meme kanserinden kaybetmişti. Kız kardeşlerinin acımasız hastalıktan öldüğünü görmüştü. Bu yüzden sol göğsünde bir tümör oluştuğunda olası sonucun gayet iyi farkındaydı. Ancak onun için hayatta kalma şansı vardı. Seishu Hanaoka (1760-1835) Kyoto’da tıp okudu ve memleketi Hirayama’da bir muayenehane kurdu. Üçüncü yüzyılda yaşamış Çinli bir cerrah olan Houa T’o’nun hastaları ameliyat esnasında uyumasını sağlayan bileşik bir ilaç geliştirdiğine dair hikayeler, doktorlar arasında anestezi fikrini oluşturmaya başlamıştı. Haoka benzer formülleri denedi ve güçlü bir sıcak içecek olan Tsusensan’ı üretti. Diğer bitkisel bileşenlerin yanı sıra Tsusensan hepsi güçlü fizyolojik olarak aktif maddeler içeren bitkilerden oluşuyordu. Tsusensan oldukça güçlü ve başarılı bir formüldü. Aşırı doz alındığında hastalar ölebilirdi. Ancak uygun doz kullanıldığında; hastalar 6 – 24 saat arasında bilinçsiz hale geliyordu ve bu zaman dilimi bütün ameliyatlar için yeterliydi.
13 Ekim 1804 tarihinde Hanaoka, genel anestezi altındayken Kan Aiya’nın tümörünü çıkardı. Daha sonrasında en az 150 meme kanseri hastasını ameliyat etmeye devam etti. Ancak ne yazık ki Kan Aiya’nın ertesi yıl kanserden öldüğü düşünülüyor. 1804 yılında yapılan bu ameliyat, tıp tarihi için bir dönüm noktasıydı. Çünkü insanlık, cerrahi müdahale sırasında çekilen eziyetten artık kurtulmuştu.
Sülükler tıp alanında binlerce yıldır kullanılıyor. Bugün bile rekonstrüktif cerrahiden sonra venöz dolaşımı düzeltmenin etkili bir yolu olarak görülmektedir. Ancak 19. yüzyılın başlarında sülük gerçekten popülaritesi yüksek bir tedavi yöntemi olarak kabul edilmekteydi. Fransız doktor François Joseph Victor Broussais (1772 – 1838), bütün hastalıkların kan akıtarak tedavi edilebilen inflamasyondan kaynaklandığını öne sürüyordu. Onun bu görüşü nedeniyle Avrupa’da “sülük çılgınlığı” başlamıştı. O dönemlerde doğada yaşayan sülük popülasyonları neredeyse yok oldu. Nesli tükenme tehlikesinde olduğu için dünyanın pek çok noktasında sülük çiftlikleri kuruldu. Sülükler, bir neşter kullanarak kan alma uygulamasına göre sayısız avantaja sahipti. Çünkü kan kaybı daha kademeliydi ve hassas bünyeye sahip olanlar tedavi sürecini daha kolay atlatıyordu. 19. yüzyılda bütün sert ilaçlar kullanımdan kalktı, tüm doktorların tek tedavi yöntemi sülüktü. Hatta sülük tedavisi için bilimsel bir kavram dahi ortaya çıkmıştı: Sangui-emme.
19. yüzyılda sezaryen tıp tarihi için büyük bir yenilik değildi. Çünkü Antik Roma döneminde sezaryen uygulaması yapılmaktaydı. Roma Hukukuna göre; bir kadın doğum sırasında ölürse, çocuk annenin karnı kesilerek alınabilirdi. Bu işlemin prosedürleri de uzun uzun hukuk metninde açıklanmaktaydı. Yüzyıllar boyunca hem annenin hem de bebeğin hayatını kurtarmak için sezaryen uygulaması yapıldığına dair sayısız raporlar gün yüzüne çıktı. Ancak antiseptik yöntemler ve anestezinin kullanılmaya başlanmasından sonra bile sezaryen tehlikeli bir son çare olarak düşünülmekteydi. Bu nedenle misyoner bir doktor olan Robert Felkin, Uganda’daki başarılı sezaryen uygulamalarını gördüğünde oldukça şaşırmıştı. Felkin, Uganda’da yapılan sezaryenin her iki hayatı kurtarma niyetiyle gerçekleştiğini görmüştü. Anneye muz şarabı ile kısmi bir anestezi uygulanırdı. Cerrah ayrıca bu şarabı ameliyat bölgesini ve kendi ellerini yıkamak için kullanıyordu. Bu da enfeksiyon riskini minimuma indiriyordu. Daha sonra rahim duvarını bebeği dışarı çıkaracak kadar bölmeden önce karın duvarından ve rahim duvarının bir kısmından geçerek dikey bir kesi yapılmaktaydı. Kesi pansuman araçları da oldukça gelişmişti. Cerrahlar yaranın kenarlarını bir araya getirmek için yedi cilalı demir çivi kullandılar. Daha sonra onları ağaç kabuğu ipliğiyle birbirine bağladılar.
Son olarak işlem bölgesine kalın bir bitkisel macun tabakası uygulanırdı. Bu macun ise muz yaprağıyla kapatılırdı. Felkin’in anlatımına göre sezaryenden sonra anne ve bebeği çok daha iyi durumda oluyordu. Bu tarihten önce “beyaz” doktorlar her ne kadar sezaryen ameliyatı yapmış olsa da işlem sonrası başarı oranı oldukça düşüktü. Ancak sömürgecilerin “vahşiler” olarak tanımladığı yerli insanlar herkesten bağımsız yeni bir formül geliştirmişti. Sömürgeci doktorlar her ne kadar rahatsız olsa da Ugandalı cerrahların uygulaması kısa bir süre sonra tüm dünyada kullanılmaya başladı.
Eski zamanlarda kral olmak çok tehlikeliydi. Her zaman kraldan kurtulmak için planlar yapan birileri olurdu. Efsaneye göre Pontus Kralı VI. Mithradates, giderek artan dozlarda zehir alarak zehre karşı direnç geliştirmeye çalışmıştı. Aynı zamanda mahkumlar üzerinde toksikoloji deneyleri yürütüyordu. Bu çalışmalarının üzerine bilinen tüm panzehirleri tek bir güçlü formülde birleştiren Mithridat’ı üretti. Kral Mithradates, M.Ö. 66’da Roma ordularına yenildiğinde, onun bu güçlü formülü Roma İmparatorluğu’nun eline geçti. İmparator Nero’nun doktoru Andromachus, bu panzehri “Theriac” olarak bilinen 64 bileşenli bir formül haline getirdi. Malzemelerin çoğu bitkiseldi (afyon dahil), ancak engerek eti gibi ilginç bileşenler de vardı. Şüpheci yaklaşan bazı doktoralara rağmen Theriac, dönemin en değerli ve pahalı ilacı oluştu. Çünkü her derde deva olacağı düşünülüyordu. Hatta bu formül 19. yüzyılın sonlarına kadar başta Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde kullanımda kaldı.