Kültür

Tuhaf Bir Sunum Yolculuğu

Tüm yolcular, bir kentten başka bir kente ulaşmanın nadir telaşlarından birini yaşıyorlardı. Tüm yüklerinden arınıp girdikleri sırada, zamanla yarışmanın mahzunluğu çökmüştü hepsinin yüzlerine. Gitmek mi kolaydı yoksa kalmak mı? Gidilen yerler, geride bırakılan sonsuz yaşanmışlıkların da beraberinde gelmesini sağlar mıydı?

Şimdi herkes ilkokul günlerine dönmüş ve bir cuma günü okul bahçesindeki bayrak töreni nizamına girişmiş, sıra olmuş vaziyette komutların her birine uymaya gayret ediyorlardı.

Tüm sesler aslında bir kişi içindi. Yıllardır hazırladığı sunumunu nihayet gerçekleştirmek üzere uçağını bekleyen hafif pejmürde lakin bir o kadar kendinden emin orta yaşlı adam için.

Orkun’un orta yaş sendromu yerini sunum heyecanına bırakmış, ruhuna sinen tüm bilgi tohumları hafif hafif filizlenmeye başlamıştı. Hatta öyle ki bir filiz kendi sınırlarını aşarak çiçeğe durmuş, etraftakilerin burunlarına hoş kokular veriyordu. Arkasına dönen küçük bir çocuğun “Anne, burası papatya kokuyor.” söylemi bile havada asılı kalmıştı.

Gelelim Orkun’un elindeki çantaya. İçinde bilgisayarı ve yanına ufak not defteriyle çantası, cephaneye giden bir askerin ekipmanları gibiydi. Etrafta dolanan herkesin aklında tek bir soru vardı: “Böylesi eprimiş giysilerle uçağa binmeye hazırlanan bu adam da kimdi?” Üstelik gidilen yerin Berlin olması, bu adamın üzerindeki köhne kıyafetlerin tozlarını da bir yere götürür gibi değildi.

Uçağa bindiğinde yanında oturan teyzeyle göz göze gelir gelmez hafif bir tebessüm savurdu. Teyzenin yaşından beklenmedik bir ses tonuyla gayet ince ve yumuşak bir şekilde kıvrılarak çıkan “Merhaba” sözcüğü Orkun’a oldukça iğreti geliverdi.

Onun düşündüğü tek şey, Berlin’de sunumu bozuk bir Almancayla yapınca dinleyicilerin vereceği tepkiydi. Çünkü buna hiç hazır hissetmiyordu kendini. Sunuma yıllardır hazır lakin Alman diline uygun bir sunum yapabilmek içinse yolun başında sayılırdı.

Gözlerini kapayıp uçağın pistten tekerlerini kesme vaktini beklerken “Berlin, ne muazzam bir kent, öyle değil mi?” cümlesiyle irkildi. Anlaşılan teyzenin yolculuk sırasında sohbet etme gibi bir huyu vardı. “İlk kez gidiyorum. Açıkçası ne kadar muazzam olduğuyla ilgili pek bir fikrim yok.” derken kendini biraz kabalaşmış gibi hissetse de sonradan zaten nasıl bir yanıt verebilirdim ki diye geçirdi içinden ve biraz rahatladı. Yalan söyleyecek hâli yoktu ya. Mesela “Evet kesinlikle teyzeciğim üstelik o katedraller, köprüler ve ihtişamlı dar sokaklar…” deyip de yalanlar mı savursaydı. Ancak her insan bazen yalan sözler duymak ister diye düşündü.

Yaşamın tüm gerçeklik parçaları birer cam kırığı gibi ruhumuzu ısırdığında kaçmak ve o ilk geldiğimiz elma ağaçlarıyla dolu bahçeye çekilmek istemez miyiz? Şimdi de belki bu yüzündeki hafif ve pastoral makyajıyla 90’lı yılların alelâde bir kadınlar gününden çıkıp gelmiş havasıyla ona bakan teyzenin de duymak istediği tek şey gerçekliğin çok ötesindeki yalanlardı.

Sohbeti devam ettirmek istemediğine emin olsa da teyzenin bu yalnızlığa gark olmuş surat ifadesine acımış olacak ki “Aslında belgesellerden izlediğim kadarıyla oldukça sanatsal bir kent.” deyiverdi. Birazdan bu cümleden pişman olacağını düşünse de öyle olmadı. Çünkü teyze bu cümleye karşılık bile vermeden gözlerini kapayıp hayal dünyasına çekildi.

Bulutları birer birer geride bırakan modern Tulpar, göğün derinliğinde süzülürken tarlaların gökkuşağı gibi serpilen renklerine bakan Orkun, Berlin’deki salonda kaç kişinin onu dinleyeceği konusunda tahminler yapmaya başlamıştı. Salon büyük demişlerdi ona ancak ya kimse gelmezse bu konu da nedir böyle deyip onu kimse dikkate almazsa, tüm bu sorular ve sorunlar zihnini kemirirken teyze bir kez daha kelimeleri hapishanesinden salıverdi.

“Tüm kelimler aslında tek bir şeye hizmet ediyor.” dedi. Bu cümlenin anlamını ve teyzenin bu cümleyle olan bağını düşünmeye fırsatının olmadığını kavrar kavramaz soruverdi: “Neden?”

Nedeni basit. Yıllardır sefere çıkmamış bir kervanbaşı gibisin ya da okyanuslar ötesindeki adada tutsak kalmış bir forsa edası var simanda.

Teyzenin içindeki roman yazarının kabuğunu kırmasına şahit olan Orkun, hayretler içinde dinlemeye devam etti bu kadını. “Hangi dilde olduğu pek de fark etmez aslında. İnsanlar, hep aynı şeyi ararlar. Var olabilmeyi. Kendi hacimlerinin uzayda bir yer kapladığını kanıtlamayı.”

“Bu nasıl mümkün olacak peki?” diye gayri ihtiyari sorunca “Örneğin şu an gökyüzünde bir kuş gibiyiz. Uçuyoruz ancak uçağın içinde sadece birer kişiyiz. Aslında biz olmasak bu koltuklarda başkaları gayet tabii olacaktı.”

“O hâlde hiçbirimiz mutlak ve değişmez değiliz, öyle mi?” diye sorunca teyze onu şöyle yanıtladı: “Bu sorunun yanıtını sen de bulabilirsin. O kadar okumuş birine benziyorsun.”

Orkun, teyzeye yanıt vermek istese de kelime bulamadığından sustu. Çantasından çıkardığı notlarına bakarak yapacağı sunuma hazırlanmayı tercih etti. Notlar aldı. Yazdıklarını tekrarladı. Okudu ve inceledi.

İniş vakti geldiğinde içini buruk bir sevinç kapladı. Onu karşılamaya gelecek otel görevlisiyle neler konuşacağını geçirdi aklından. İstanbul’da olsa “Havalar, ekonomik gidişat ve geçen haftaki derbi maçı” sohbet konularını bulmak çok da zor olmazdı. Ancak şimdi? Almanya’da bir Alman şoförle neyin sohbetini edebilirdi ki?

Uçaktan inip de valizlerini almaya giderken teyzeyle son kez göz göze geldi. Başka yönlere doğru yürüdüler. Görevlinin elinde tuttuğu yazıyı gördü “Orkun Günyılmaz” Yanına gidip selamlaştı. Kırık Almancayla tanıştıktan sonra araca geçti. Araç, geniş ve düz bir arazinin orta yerinden ilerlerken şoförün telefonu çaldı.

Şoför, karşıdaki kişiye “Yoldayım şu an, sonra konuşalım.” deyip telefonunu kapadı. Orkun, Türkçe konuşan bu adamın kavruk teninden onun Türk olduğunu anlayamamış olmasına şaşırdı önce ve “Türk olduğunuzu neden söylemediniz ki?” diye sordu. Şoför de “Bilmem yabancı bir ülkeye gelince belki de bir Türk ile karşılaşmak ve sohbet etmek istemezsiniz diye düşünmüştüm.” diye yanıtladı onu.

Orkun epey şaşırmıştı bu cümle karşısında. “Öyle şey olur mu hiç? İstanbul’dan geliyorum ve benim Türk olduğumu biliyorsunuz, buna rağmen Almanca konuşmanız tuhaf.” dedi.

Neyse ki sohbet Türkçeye dönünce koyu bir hâl aldı da otele kadar hoş bir konuşma gerçekleştirdiler. Orkun, ertesi gün yapacağı sunuma hazır olduğunu düşündü ve kendini yatağına bırakıp dinlenmeye koyuldu.

Derin bir uykuda geniş bir rüya gördü. Teyzenin, ona “Sunumda mutlaka Hegel’den söz etmelisin. Kant’ı sakın unutma.” dediğini anımsıyordu. Uyandığında “Neden teyze, Hegel neden?” deyip otel odasının içinde dolanıp durdu.

Sunumun yapılacağı salona geldiğinde salonun tıka basa dolu olduğunu görünce içine derin bir heyecan konakladı. Masaya kurulduğunda karşısındaki topluluğun giyim ve kuşamdan oldukça elit göründüklerini hissetmesi uzun sürmedi. Neyse ki kendi de o gün eprimiş kıyafetleri yerine oldukça şık siyah bir takım giymişti. Sunumuna başlarken hesapta olmamasına rağmen Hegel’in cümlelerini sarf etti. Almancası hiç bu kadar akıcı bir hâl almamıştı. Sunum biterken Kant’tan birkaç cümle okuyup konuşmasını tamamladığında salonda büyük bir alkış koptu.

Kendi kültüründen o kadar uzak olmasına rağmen anlatılar tüm Alman izleyicileri derinden etkilemişti. İnsanlığın doğala ve öze dönüşleri için neler yapmaları gerektiğini anlattığı bu sunum bittiğinde yanına gelenler, Orkun’un son kitabını da satın almış ve ona imzalamaları için uzatıyorlardı.

Kalabalık tenhalaşmıştı ki masaya bir kitap daha kondu. “Beyefendi bunu da benim için imzalar mısınız?” diye ricada bulunan bu sesin sahibi uçaktaki teyzenin ta kendisiydi. “Orkun Bey, bu kitapla insanlığın özüne ve doğasına o kadar büyük bir katkıda bulundunuz ki sizi dinlemek için o uçakta yerimi almıştım ben de.” diyerek gülümsedi…

İlgili Haberler

Hakkımızda

Seni Sen Yapan Değerlere Dönüş Hareketi